Babam bazen beni şaşırtıyordu. Hiç ummadığım davranışlar sergileyince ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemezdim
Bir yaz günü mahallemizdeki çocuklarla yürüyerek annemin köyü Sav köyüne kadar gittik. Zaten bizim mahalle Isparta’nın güney doğu cephesindeydi, köy de Isparta’nın doğusundaki Davraz dağının eteğine kuruluydu. İlkokul ikinci sınıfından üçüncü sınıfa geçmiştim. Dokuz yaşındayım. Arkadaşlarımda dokuz on yaş gurubuydu. Köyde benden bir yaş küçük teyzemin oğlu Hasan Hüseyin vardı. Amacım onu bulup köyde arkadaşlarımla gezmekti. Teyzemin evine uğradığımda kuzenimin Kur’an kursunda olduğunu öğrendim. Tarifle Kur’an kursunu buldum. Kursun hocalığını teyzemin kocası İsmail eniştem yapıyormuş. Bizi görünce bizimle ilgilendi. Zaten öğle falan olmuştu. Ne yaptığımızı, köyde ne işimiz olduğunu sorunca; gezmeye geldiğimizi söyledik. Oğlu olan kuzenim Hasan Hüseyin ile köyde gezmek istediğimiz söyledim. Oğluna izin verdi. Çünkü kurs ikindiye kadar sürüyordu. Bizse köyde biraz gezip Isparta’ya yine yürüyerek dönecektik. Hani çocuk ayaklarımızla yürüyerek köye gittik, yürüyerek köyden döneceğiz diyorum ya; yürüyeceğimiz yol git gel on altı kilometre idi. Şimdi düşünüyorum da çocuk olarak ne kadar yürümeye meraklıymışız. Koşturma, yürüme derken sanıyorum akşama kadar en az otuz kırk kilometre yapıyorduk. Zaten çocuklar arası maç falan yaparsak günde elli kilometreyi bulma ihtimali vardı.
Akşam yemeğinde köye okumaya gideceğimi anneme babama söyledim. “Nerede kalacaksın?” diye sordular. “Nenemle kalırım” dedim. Nenem o zamanlar en küçük teyzem Şerife teyzem ile birlikte köyde yaşıyordu. Dedem çok önceden ölmüştü. Babam hiçbir şey demedi. Annemin zaten umurunda değildi. Ayağının altında dolaşmadıkça sorun yoktu. Isparta’nın pazarı o zamanlar çarşamba günleri bir defa kuruluyordu. Çok büyük pazar olurdu. Özellikle yaz günleri çarşamba günü ürünlerini satmak için pazara getirirlerdi. Onun için pazar günü sabahları köyden şehre, akşamları şehirden köye kamyonlar, pikaplar insan taşırdı. Genelde yük kamyonlarıyla gidip gelmek o zamanlar daha yaygındı. Hatta Sav köyünün kamyonları civar köylerin de insanlarını şehre taşırlardı. Şimdiki gibi otobüsler falan yoktu. Zaten Isparta’nın şehir içi ulaşımında faytonlar çalışırdı. Taksi falan yoktu. Daha sonra üçtekerli motoguzziler çıktı. Bir iki yıl çalıştılar sonra kayboldular. Motoguzziler üç tekerlekliydi. Arka kısmında pikapların arkasındaki gibi kenarları ve üstü kapalı, arkası açık bölme vardı. Ön tarafta şoför yanında bir kişilik yer vardı. Bir ara baya çoğaldılar, ne olduysa birden bire kayboldular.
Böylece ben babamın ses çıkarmayışını onay kabul ederek köye okumaya gittim. Tabi yanımda para falan yok. Sekiz kilometre yolu yürüyerek gittim. Sav köyü o zamanlar beş mahalleden oluşuyordu. Mahalleler köyün girişinden başlar, davraz dağının eteklerine doğru yukarıya doğru çıkardı. Köyün girişine aşağı mahalle, sonra çay mahallesi, sol yanında tekler, yukarısında Yusuflar ve en yukarıda Tepecik dediğimiz mahalleler vardı. Nenemin evi Tekler mahallesiydi. Kur’an Kursu Tepecikteydi. Tekler mahallesinden yirmi dakika yürüyüş mesafedeydi. Tabi çocuk ayaklarımla yirmi dakika diyorum. Gerçi biz koşarak gelip gidiyorduk.
O zamanlar Isparta’nın Sav köyü nurculuğun merkezi sayılıyordu. Dindar bir köydü. Köydeki camilerde diyanetin imamı bulunmazdı. Daha doğrusu camilerde imam ve müezzin görevli değildi. Müezzinliği çocuklar, imamlığı cemaatin yaşlıları yapardı. Köyde dört cami vardı. Bakımlarını halk yapardı. Cuma namazları aşağı köydeki büyük camide kılınır. Diğer camiler cuma günü öğle vakitlerinde kapalı olurdu. Kursumuz çarşamba günleri tatildi. Tatil olduğu gün hafta bir gün Isparta’ya gelirdim. Akşam geri dönerdim. İlk sene Kur’an okumayı öğrendim. Ezberde çok zorlanıyordum Çünkü kafam ezberci kafası değildi. Bende matematik kafası vardı. Ancak elifbayı kısa zamanda bitirdim. Kur’an’a çok çabuk geçtim. Kuzenim hafızlığa çalışıyordu. O dönemlerde köydeki hemen herkes ya hafız ya da mollaydı. Hafız dediğimizde Kur’an’ı ezbere bilen, molla denilince hafız olamayanlar olarak bilinirdi. Köyde mutlaka Osmanlıca öğretilir. Herkes kadın erkek Osmanlıca bilir, kadın erkek ya hafızdır ya da molla! Tabi o zamanlar öyleydi. Sonradan her şeyin değiştiği gibi, bu tablo da değişti. Devlete göre Sav köyü kapkara cahil bir köydü. Köylüye göre herkes okuryazar, üstelik beş yaşından büyük her insan ya hafız ya da mollaydı. Düzenin okullarına kız çocuklarını göndermezlerdi. Bu nedenle babalar cezaevinde yatarlardı. Benim dedem de çok cezaevinde yattı. Kâfir devletin okullarında okunmaz derlerdi. Köyde ilkokul vardı. Ancak devlet çocukları zorla alırdı. Dindarlığını öne çıkaran köy, kendi eğitimini Osmanlıca üzerinden yapıyordu. Teknolojiye karşı değillerdi. O dönemler inşaat, sanayi, otomotiv, nakliyat işlerinde civar köylerden çok öndeydiler. Birçok köyde pikap, kamyon bulunmazken, Sav köyünde en az beş altı tane kamyon, iki üç tane pikap vardı. Tabii ben pikap deyince bugünkü nesil nedir acaba diyebilir. Şöyle tarif edeyim. Hani şehir içi arkası tenteli, bezle kapalı, önünde iki veya üç kişilik küçük şehir içi nakliye araçları var ya onun gibi bir şeydi. Arkada yolcular taşınırdı. Ön tarafa iki yolcu alınırdı. Arkaya binmek o zamanlar beş kuruştu. Ön taraf on kuruştu. Ön tarafı tercih sebebi, arka tarafın stabilize (sertleştirilmiş toprak) yolda (ki, o zamanlar asfalt yoktu) toz almasıydı. Hatta bazıları açıkgözlülük yapar. Öne oturur şoföre beş kuruş uzatırdı. Şoförün şu sözü bizim köyde darbı mesel gibi yaygınlaşmıştı. “Köftehora bak, hem şoför mahalli hem beş kuruş, yok öyle şey ve on kuruş.”
Birinci senemin son zamanlarında ben de Osmanlıca yazmaya başlamıştım. O zaman Osmanlıcayı Said Nursi’nin Risalelerini Osmanlıca kopya çekerek öğrenirdik. Hem yazar, hem okurduk. Yazdığımız Risaleler büyüklerimiz tarafından okuyacaklara dağıtılırdı. Ertesi yıl yani üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiğim dönemin yaz tatilinde de köydeki Kur’an Kursuna gittim. Tabii tecrübe sağlamış, şehirden köye gelmenin avantalarını kullanıyordum. Adım Şeherli Mehmet idi. Yaramazlık ve antika sorularımdan dolayı Şeytan Mehmet de demeye başladılar. Kursun hocası eniştem severdi. Kursta köyden büyükler olmasına rağmen, oğlu hafızlığa çalışmasına rağmen, bir gün işi çıkıp bir yere gitmek zorunda kalınca Kursu yönetimini bana emanet etmişti. Abdurrahman diye bir arkadaş vardı çok bozuldu. Hatta kavga çıkardı ama çocuklar beni desteklediler. İkinci yılımda artık Kur’an öğrenme yerine Osmanlıca öğrenmeye hız vermiştim. Okuma yazma konusunda kendimi iyice geliştirdim. Ancak kuzenim kadar değildim. Kuzenim benden çok hızlı okur ve yazardı. Köyün büyükleri zaten birbirleriyle Osmanlıca mektuplaşırdı.
İkinci yılımızda bir yaş daha büyümenin avantajını kullanıyorduk. İkindi sonrası tatil olduğu için köyde ayak basmadığımız yer kalmıyordu. Bir salı günü eniştemin halası çarşamba günü şehirdeki pazarda satmak için kiraz vişne toplayacakmış. Ancak tek başına yeteri kadar toplaması mümkün değil. Enişteme çocuklara toplatalım mı demiş. Eniştem de bize söyledi. Hep beraber gittik topladık. Birinci yılda Kurs bana sıkıcı gelmemişti. Ancak ikinci yıl biraz sıkıcı gelmeye başladı. Çünkü sürekli Said’i Nursi’nin Osmanlıca risalelerini kopyalıyorduk. Parmaklarım yoruluyordu. Vişne kiraz topladığımız günün ertesi çarşamba günü Isparta’ya evimize geldim ama akşam gitmedim. Akşam babam eve gelince beni gördü tabii! “Oğlum niye köye gitmedin?” “Baba gitmek istemiyorum.” “Niye?” “Beni bağda bahçede çalıştırıyorlar.” Yalan söylemiştim. Hâlbuki hatırına bir defa o da iki gün önce Halanın vişnelerini kirazlarını toplamıştık. Şeytanlık ağır basmıştı. Babam hiçbir şey demedi. Sabah beni aldığı gibi motoruyla köye götürdü. Eniştem “Niye gelmedin kerata!” deyince babam, “Bağda bahçede çalıştırıyormuşsunuz.” dedi. Eniştem güldü. “Oğlum kursa gitmek istemiyorum desene, niçin yalan söylüyorsun? Biz yalan söylemenin ne kadar günah olduğun size öğretmiyor muyuz? Yoksa öğrendiklerin bir kulağından girip öbüründen çıkıyor mu?” dedi. Babama olayı kısaca anlattı. Babam “Oğlum buraya seni zorla göndermedik. İstemiyorsan gelme yalan söylemeye ne gerek var.” Şaşırmıştım. İçimden acaba eniştemin yanında mı dövmedi diye geçirdim. Çünkü babam en küçük bir şeyde tekme tokat girişirdi. Eniştem gülerek “Ulan kerata bir kere halana yardım ettin onu da mesele mi yaptın?” diye sordu. Tabi yüzüm kıpkırmızı! “Babam kalmak istemiyorsan götüreyim!” deyince okumak istediğimi, kursta kalacağımı söyledim.
Eniştem bugüne kadar gördüğün insanlar içinde en mükemmel insanlardan biriydi. Onun hocalığı, çocuklara davranış harikaydı. Çocuklar yaramazlık yaptığı zaman, kulağının memesinden tutar “Seni gidi kerata niye yaramazlık yapıyorsun bakim!” der, sonra severek yanaklarına vururdu. İlk zamanlar uzaktan böyle yaptığını görünce korkmuştum. Baya dövüyor zannetmiştim. Ancak o dövmüyor seviyordu. Ama dövermiş gibi yaparak severdi. Kursta kız erkek beraber okurduk. Kızlar ve erkekler de Osmanlıca yazmayı öğrenirlerdi. Bir gün kızlara “Haydi siz evlerinize gidin” dedi. Biz delikanlılara erkek olmayı, hamamcı olmayı, buluğ çağına gelmeyi, ihtilam olursak neler yapacağımızı anlattı. Hâlbuki yaşımız on ikiydi. Bir gün de bize aynı şeyi söyleyip bizi gönderdi kızlar kaldı. Ancak o gün büyük bir abla kursa gelmişti. Kuzenime bizi niye gönderiyor dediğim de “Kızların ablası geldi. Onlara özel şeyler anlatacak.” demişti. Daha çocuk yaşta öğrenilen bu bilgilerin büyüdükçe ne kadar bilinçli davranılacağını bize gösteriyor. Büyüklerin kontrolünde yapılan bu eğitimler, nesillerin daha doğru yetişmelerine neden oluyor.
Ben bu olayda dayakçı babamın dayaksız yanını, anlayışlı yanını görmüştüm. O hafta köyde kaldım. Bir hafta sonra Isparta’ya geldiğimde, daha sonraki zamanlarda babam benim yalan söylememle ilgili hiçbir şey demedi. Beni azarlayıp dövmedi. Eniştem zaten çocukları hiç dövmezdi. Ancak bir gün köyden amcam geldi. Amcam hafızdı köyün hocasıydı. Benim Kur’an okuyuşumu beğenir, her geldiğinde okuturdu. Ağasına yani babama bu çocuğun çok güzel davudi bir sesi var derdi. Tabi o zamanlar makamla tecvitle Kur’an okuyorum. Amcam bana Kur’an okutmaya kalkınca babam gülerek “Bu oğlan senin yaptıklarını yapacak kadar yaramaz değil.” dedi. Sonra anlatmaya başladı. “Oğlum bu amcan var ya; dedenden korkusuna Kur’an sayfalarını yırtıyordu.” “Nasıl?” “Deden bunu hafızlığa çalıştırıyordu. Bu da kitap çabuk bitsin diye Kur’an sayfalarını yırtıyordu. Deden numaraları okuması bilmezdi. Dedeni kandırıyordu.” “Yani amcam yarım hafız mı?” diye sordum. Amcam “Baban seninle dalga geçiyor. Evet, çocukken yırttım da sonradan hepsini ezberledim. Sen bakma babana! Ağam kıskançlığından böyle söylüyor. Benim hafız olmamı çekemiyor.” diye açıklama getirdi. İşin aslı babam evin büyük oğlu olarak evin geçimini üstlenerek çobanlık yapmış. Evin küçük oğlu amcam evde hafızlık eğitimi almış. Zaten dedemin öyle ahım şahım tarlaları, bağları, bahçeleri yoktu. Tek geçim kaynağı çobanlıktı.
Nedense babam alkolik, ağzı küfürlü olmasına rağmen, mesele Kur’an öğrenmek, dini tedrisat almak söz konusu olduğu anda yüzünü yumuşatıyordu. Hem de yüzünü hiç sertleştirmeden, hiç baskı yapmadan! Hani bazı dindar babalar vardır. Çocuklarını zorla Kur’an kursuna gönderirler. O dönemler kurslarda bazen dayakçı, zorba, cahil hocalar olur. Çocuklara kök söktürür. Mesela babamın babası dedem öyle biriydi. Ona okumaya gelen çocuğun vay haline! Biz Kur’an’ın üzerine konup okunan tahta sehpaya beş tahta deriz. Beş tahtayı çocuğun kafasında kırdığı anlatılır. Zavallı çocuk! İyi ki benim eniştem öyle biri değildi. Gerçi öyle biri olsa ben gitmezdim. Babam da zorlamazdı.
Çocuk yaşta özgürce karar vererek Kur’an’ı yüzünden okumayı öğrenmem, yine özgürce Osmanlıcayı yazıp okumayı öğrenmem hayatımın dönüm noktalarından biridir. Bana hocalık yapan eniştem hala yaşıyor. Ona karşı sevgim saygım hiç değişmedi. O da beni çok sever. Hatta bacanağı babam ağzı küfürlü, alkolik biri olduğu için “Böyle bir aileden sen nasıl küfürsüz, alkol içmeyen çıktın şaşıyorum.” derdi.
Günümüzde büyüklerin küçüklere rol model olmasından söz ediliyor. Doğrudur. Çocuklara doğru, güzel rol model olmak en güzel şeydir. Ancak bazı kötü rol modeller de tersine sonuçlar doğurur. Bazen çok iyi, çok anlayışlı, çok hoşgörülü olmak çocukların aşırı, azgın, yaramaz olmasına neden olabilir. Bazen çok kötü rol modeller insanı tersinden etkileyerek düzgün insanların üretilmesine neden olabilir. İşin aslında insan akıl ve baliğ olup rüşt sahibi olunca seçimler kendisine aittir. Yaratılışta verilen akıl, zekâ, muhakeme, güç, irade insanı geçmişine bağlamaz. İnsan isterse geçmişinden soyutlanarak yeni bir kimliğe, yeni bir kişiliğe ulaşabilir. Geçmişini kaderi yapan insan aklını, muhakemesini, iradesini kullanmıyor, cahilce yaptığı yanlışların faturasını geçmişine kesiyor demektir. Ne yazık ki günümüzde çoğu insanın yaptığı budur. Çoğu insan geçmişini kaderi yapıyor. Doğduğu ülkeyi, şehri, köyü, evi, aileyi, anayı, babayı, kardeşleri, akrabaları, çevreyi kaderi yapıyor. Aklını, muhakemesini, iradesini bunlara köle yapıyor. Bu tutum sorumluluk üstlenmemek, faturayı geçmişe kesmek demektir. Her insanın önünde daima iki yol vardır. Ya geçmişine kölelik yapar ya da geleceğine damgasını vurur. Ben baba parası yiyerek okumayanları gördüğüm gibi kendisi çalışarak okuyanları da gördüm. Ben geçmişi el bebek gül bebek olanların zalimlerini de gördüm. Tam tersi insanları da gördüm.
Allah insana aklı, muhakemeyi, iradeyi, gücü boşuna vermedi. Bütün bunlar insanın geleceğini oluşturması için verildi. İnsanın hayatına gelen her gün, yeni bir geleceğe karar verme günüdür. Hiç kimsenin içinde bulunduğu şartları veya geçmişini bahane ederek kaderciliğe soyunma hakkı yoktur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder