Hayatımda hiç unutamadığım olaylardan birini henüz ilkokula gitmeden yaşadım. Hasan Hüseyin isimli yeni doğmuş bir kardeşim vardı. Sanıyorum ben altı yaşlarda falandım. Hastaydı. Babamın doktora götürmediği hatırlıyorum. Keyfine göre ilaçlar alıp geliyor onları kullanıyordu. Eskiden eczacılar hastaların şikâyetlerine göre reçetesiz ilaç veriyorlardı. Gerçi şimdi de reçete ile verilen, reçetesiz verilen ilaçlar var. Annem aklına göre kocakarı ilaçları yapıyor, babam keyfine göre ilaçlar getiriyordu. Evimizin bir köşesinde halı dokunuyordu. Annem hem çocuğa bakıyor, hem halı dokuyor, hem ev işlerini yürütüyordu. Önceki gün akşam halı az dokunduğu için yine kavga ettiler. Benden iki buçuk yaş küçük kız kardeşimle ben yataklarımıza girmiş ağlayarak kavgayı yaşıyorduk. Babam bir yandan annemle kavga ediyor, dövüyor, diğer yandan mızıldamayın diye bize bağırıyordu.
Sabah uyandığımda babam yoktu. Erkenden kalkmış işe gitmişti. Annem halı işlemiyor kendi kendine söylenerek bir şeyler yapıyordu. Meğer bizi alıp köye kaçacakmış. Dayımı bekliyor. Nereden nasıl haber verdiyse dayımı bekliyor. Dayım o zamanlar 15-16 yaşında bir delikanlıydı. İkindi vakti geçmiş vakit akşama geliyordu. Dayım atıyla geldi. Annem bizi köye götüreceksin diyordu. Dayımsa köye gidemeyiz. Uzak! Köyümüz merkezden 10 kilometre uzaklıktaydı. Annem gitmek için direniyor. Yolun yarı kısmına rastlayan dedemin dağlık arazinin eteklerinde bağı, bahçesi, tarlası vardı. Oraya Parabağlar diyorduk. Yaz günleri iş bitinceye kadar dedemler orada yaşarlardı. Baya büyük bir araziydi. Yazlık iki katlı derme çatma ev yapmışlardı. Öyle sağlam pencereleri, kapısı falan yoktu. Zaten yazlık kullanılıyordu. Altında hayvanlar için ahır, üstünde odasız ev! Eğer yazlık işler sonbahara kalır da havalar hafif soğursa ısınmak için ocak yakılıyordu. Dayım anneme “Köye yetişemeyiz. Parabağlara gidelim! Orada kalalım. Sabah köye gideriz.” diye annemi ikna etti. Ben altı yaşlarında, kız kardeşim üç yaşlarında, bir bebek! Yola çıktık. Hava hafif yağmurlu! Bebek annemin sırtında, bizler bazen yürüyor, bazen atın üzerine yerleştirilen heybeye bindiriliyorduk. Evden çıkarken hava kararmaya başlamıştı. Neredeyse ezanlar okunacak, babam gelecekti. Onun için hemen yola çıkmıştık. Yatsıya doğru Parabağlara ulaştık ama zaman zaman artan yağmur nedeniyle iyice ıslanmıştık.
Parabağlardaki eve ulaşınca dayım hemen ocağı yaktı. Derme çatma şilteler, yorganlar vardı. Üşüyorduk. Zaten yol yorgunuyuz. Annemin apar topar yola çıkarken hazırladığı şeyleri yedik. Eminim babam bizi evde bulamayınca köye gitmiştir. Çünkü altında java motoru vardı. Motor çalıştığı işyerine aitti. Çalıştığı işyeri halıcı! Babam motorla köylere halı kurmaya giderdi. Motorla 10 kilometre ne olacak ki? Hemen gidip dönmüştür. Büyük bir umutla köye gelmiş, bizi göremeyince meraktan sinir küpüne dönmüştür. Bu annemin ilk evi terk edişi değildi! Kavga ederler, annem köye kaçar, babam gelir özür diler geri döndürürdü. Kaç defa yaşamıştık. Belki de yılda iki üç kez bu senaryoyu yaşıyorduk.
Hasta kardeşim Hasan Hüseyin yolda iyice hastalandı. Biz sabahın erken saatlerinde köye geçtik. Köy evlerini bilirsiniz. Altında ahır, üstünde yaşanılacak yer. Yani iki katlı evler. Yukarıya çıktığımızda babam orada bizi bekliyordu. Sabah yine gelmiş. Özür diledi, annemi ikna etti. Bir baba, bir anne, iki çocuk, bir bebek motora bindik soğuk havada son sürat şehre geldik. Son sürat geliyoruz çünkü babam işe gidecek. Patrondan zar zor izin almış.
Çocuk olduğum halde içimden anneme kızıyordum. Madem daha bir gün geçmeden dönecektin niye bizi gece vakti soğukta, yağmurda Parabağlara götürdün? Niye bizi yordun? Bebek kardeşimiz Hasan Hüseyin’in hastalığı arttı. Kız kardeşim öksürmeye başladı. Ben de henüz bir şey yoktu. Baban hastalığından inleyen kardeşimi doktora götürmedi. Ertesi günü Hasan Hüseyin öldü. Bu olayı hiç unutamam! 72 yaşındayım! 66 yıldır bu olay benim anne baba algılarıma mihenk oldu. Duyarsız, umarsız bir şekilde “Allah verdi, Allah aldı!” kaderciliğiyle ölüme mahkûm edilen bebek olarak hatıralarımın beşiğini salladı.
Yaratılan ya da uydurulan kadercilik dininin “Allah verdi, Allah aldı. Elden ne gelir.” felsefesi bir bebeği almıştı. Halalarım anlatırdı. Amcamla çok fazla ilgim olmadı. Ancak biz çocukken bekâr olan halam, kış günleri yanımıza gelir, halı dokur, para kazanırdı. Halam benim içinde benzeri olayları anlatmıştı. Bende küçükken büyük hastalık geçirmişim. Doktora götüren yok. Rahmetli nenem başımın ucunda sürekli Kur’an okurmuş. Halamın dediğine göre bir yıl boyunca çırılçıplak anadan üryan, her tarafım yara yatmışım. Herkes bu çocuk kurtulmaz diyormuş. Ayşe nenem sürekli başımda Kur’an okuyormuş. Köy hayatı! Zaten fakirlik diz boyu! Halamın anlattığına göre bir yıl sonra yaralarım iyileşmeye başlamışım. Vücudum kendi kendini iyileştirmiş. Bazen şöyle derim: “Rabbime şükürler olsun, bebekken bütün hastalıkları geçirerek şerbetlenmişim.” Halamın anlattıklarını anneme sorardım. Doğru derdi. Sonra niye hastaneye götürmediniz derdim. Çoğunu uyduruyor derdi. Hele bir gün “Hastalığı da şifayı da Allah verir.” demişti. Tabii ben çocuğum! Bu felsefeye ne söyleyebilirdim ki?
Büyüdükçe ve İslam’ı öğrenip etrafa anlatmaya başladıkça kadercilik dininin ne kadar derin, ne kadar etkili bir şekilde insanlar tarafından yaşandığına şahidim. İnsanlar sorumluluklarını üstlenmemek için kadercilik dinine sarılıyorlar. Yapabilecekleri şeyleri yapmadan Allah’tan şifa diliyorlar. En basit şeyleri bile yapmaktan kaçıyorlar. Bana öyle geliyor ki; insanlar dinden uzaklaştıkça şifanın peşine koştular. Hangi şifanın diye sormayın! İnsanın şifa için yapması gereken şeylerin peşine koştular. Bilgisiz, bilinçsiz Allah’tan şifa bekleyenler kaderciliğe soyundu! Seküler felsefe topluma yerleştikçe insanlar Allah’tan değil, doktorlardan şifa bekler oldu. Bu değişim Kur’an’ı bilmeyen iki kesimin yaşam biçimiydi. Her iki toplum Kur’an’dan uzak, kendilerine göre bir şifa anlayışına ulaştılar. Zaten kadercilik dinine inananlarla, laik dine inananların dinleri çok farklıydı ama her ikisi de Kur’an’da anlatılan İslam’dan uzaktı.
Hayatımız boyunca değişerek geldik. Tabi değişmek istediğimiz için değiştik. Mesela Rabbim bize imanını nasip et desek, sadece bu sözümüzle imanın bize nasip olmayacağını daha delikanlıyken anlamıştık. Allah’ım bize imanının nasip et demekle iman nasip olmaz. Bu inanç kadercilik dininin inancıdır. Allah’ın istediği imana sahip olabilmek için akıl yoluyla, ayetleri tek tek anlayarak iman sahibi olmak gerekir. Bütün varlığımızla bu yolda kendimizi yormamız gerekir. Rabbimiz bize çabalarımızın karşılığında ne verecekse verir. Dünyaya bakınız. Rabbimiz diyor ki ben size dünyada türlü nimetler verdim. İyi bakın! Rabbimiz verdiği hiçbir nimet kendiliğinden ağzımıza gelmez. O nimetleri toplayan, eken, diken, biçen, toplayan, değişime sokup yiyecek içecek haline getiren bizleriz. Rabbimiz bize nimetleri ham olarak vermiştir. Hamlıktan kasıt meyvelerin ağaçta olgunlaşmamasından söz etmiyorum. Mali Müşavirler, Üretim işleriyle uğraşanlar bilir. Hammadde deriz. Üretimde hammadde bazen tarladan topladığımız buğday, bazen ağaçlardan topladığımız meyveler olur. Hammadde yani insan eli değmemiş üretim! Rabbimiz bize insan eli değmemiş nimetler verir. İnsan o nimetleri hammadde olarak alır. Kimini üretirken aşılayarak geliştirir. Kimini daha tohumken geliştirir, tohumu eker, bakımını yapar, bitkisini, meyvesini yetiştirir. Kimini fabrikasyon işlemden geçirerek, yağ, reçel, pasta, börek, tatlı, şeker yapar.
Doğal yasada kadercilik yoktur. Doğal yasa insan elinin değmesini ister. Rabbimizin verdiği her şey insanın emeği ile insanın boğazından geçer. Kiminin emeği hafif, kiminin zordur. Allah bize ayetlerinde kaderciliği değil, emek karşılığı imanı, emek karşılığı Müslümanlığı, emek karşılığı bir hayatı öğretir. Onun için şifa da emek karşılığı gelir. Sadece ölüme çarenin emeği yoktur. Her türlü hastalığın karşılığı emek karşılığı olarak karşımıza çıkar. Nenemin başımda sabırla bir yıl bana bakması! Susadığımda tülbentle bana su içirmesi, dedem babam hastaneye götürmediği için bildiği kadar doğadan ilaç yapması bir emektir. Allah şifasını verecek diye beni yatakta yalnız bıraksaydı ne olacaktı?
Hayatın dönüm noktalarında dokunulmaz yaralar vardır. Dokundukça insanı derinden yaralar, insana farklı bakış açıları öğretir. Benim 66 yıldır üzerimde taşıdığım yük, kardeşimin ölümünde babamın duyarsızlığı, anamın umarsızlığından başka bir şey değildir. İnsan cahil, acelecidir. İnsan sorumluluklarından kaçmaya meyyaldir. Her şeyi Allah’tan beklemek, cehalet ve sorumluluktan kaçmaktır. İnsan ancak gücünün yettiği kadar, yapabileceklerini yaptıktan sonra, konuyu Allah’a bırakır. Hiçbir emek sarf etmeden, hiçbir şey yapmadan sorunu Allah’a havale etmek, şeytanlıktan ibarettir.
Bencilliklerinden bir araya gelmeyen insanlar dua ediyor: “Rabbim Müslümanlara birlik ver. Müslümanları birleştir.” Allah bu duayı kabul eder mi? Ayetinde açıkça söylemiş. “Ancak kurtuluş için uzatılan ipe sarılanlar bir ve beraber olur.” Nedir uzatılan ip, yine ayetlerde cevabını buluyoruz. “Rabbimizin emrettiği ilke ve yasalara göre yaşamak.” Rabbimizin ilke ve yasalarına göre yaşamayanlar asla bir ve beraber olamaz. Bu hüküm benim değil ki! Bu hüküm Allah’ın ayetlerinin bana öğrettiği bir hükümdür.
Bu veya buna benzer her konuda biz ayetler ne söylüyorsa tam tersiyle düşünüyor, tam tersini yaşıyor iken, sorunlarımızı Allah’a havale etmek şeytanlıktan başka nedir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder