14 Aralık 2022 Çarşamba

Babam ve Ben 12

Babamın sayesinde bir tehlikeden kurtuldum. Bazen biz gençler (tabi o zamanlar 21 yaşında bir delikanlıydım) her şeyi olduğu gibi hesap edemeyiz. Bu her zaman böyle olmuştur. Babalar bazen sert bir şekilde yolu tehlikeye girmiş genç çocuklarını uyarır, bazen bunu ustalıklı yapar. Benim dayakçı babam artık dayakları bırakmış akıllı uslu bir adam olmuştu. 

1970 yılının Haziran ayında Ankara’dan dönmüştüm. Üniversite imtihanlarına yeniden girdim. Sınav sonunda bu yılda iyi bir puan alamayacağımı anlamıştım. Bir yıl çalışmak için ara versem de fikri hayattaki yönlenmelerim benim yeterince ders çalışmaktan alıkoymuştu. İşin aslında insanı başarısızlığa iten altı boş kendine güvendi. Ben kendime çok güveniyordum. “Ben yaparım!” Bu inanç bazen iyi olsa da çoğu zaman insanın başına dert oluyordu. Henüz lise fark derslerini de verememiştim. Bir iki takınağım kalmıştı. 

Olumsuz şartların gelişmesi karşısında Ticaret Lisesinin üstü olan İktisat Fakültelerinde veya Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisinde okumak zorunda kalacağım anlaşılmıştı. Hani liselilerin gittiği sıradan okullar vardı ama ben onlara gitmek istemiyordum. Ben lise farkları vererek Tıp veya Hukuka gitmek istiyordum. 1969 yılındaki puanlarım çok gerideydi. 1970 yılında girdiğim imtihan ise umulan sonuçları getirmeyecekti. Bu nedenle Lisede seçtiğim meslek üzerine yürümeye karar verdim. İktisat Fakültesi mi yoksa İktisadi Ticari İlimler Akademisi mi? Araştırmalarım sonucunda Eskişehir’deki İktisadi Ticari İlimler Akademisinde okuyanların daha çabuk iş bulabildiklerini öğrendim. Artısı Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisinde gece bölümü vardı. Eğer çalışarak okumak istersem Eskişehir’de bir iş bulur, çalışarak okurdum. 

O zamanlar Ticari İlimler Akademisi Üniversite imtihanlarının sonuçlarına göre okula kayıt yapmıyordu. Bizzat okul kendisi imtihan ederek öğrenci alıyordu. Eskişehir’e imtihan için gittiğimde iki şey yaptım. Birincisi; imtihan için müracaatımda kazanırsam gece bölümü Muhasebe-İşletme için imtihana gireceğimi işaretledim. İkincisi; Eskişehir’de okuyan Ispartalı arkadaşlarımdan Eskişehir’de okuma maliyetini öğrendim. Ev kirası, evin ihtiyaçları, okul ihtiyaçları, okul harcı, kitaplar, yaşam maliyeti ortalama aylık 250 liraydı. Tabi bunu dört beş kişi ev tutarak başarıyordu. Ispartalı arkadaşlar okula yakın harika bir ev tutmuşlardı. Okula yürüyerek gelip gidiyorlardı. Evleri üç oda bir salon, bahçeli, tek katlı bir evdi. Çıkardıkları maliyet buydu. İstersem onlarla kalabilirdim. Böylece kira maliyeti, ev maliyeti düşecekti. İmtihana girip Isparta’ya gelince babama söyledim. Eskişehir’de Akademiyi okumak için ayda 250 liraya ihtiyacım var. Tabi orada iş buluncaya kadar! Tabii şöyle bir durum vardı. Okuldaki öğrencilerin çoğu fakir olduğu için çalışmak isteyen her öğrenciye iş çok zordu. Arkadaşlardan bazıları bir yıldır iş arıyormuş ama bulamıyorlarmış. Babam ben sana anca ayda 50 lira verebilirim deyip kestirip attı. Bu durumda benim okula gitmem mümkün değildi. O zaman çalışmalıydım. İş aramaya başladım. Birkaç yere başvurdum netice yok. Bir gün eve çok geç geldim. O zamanlar için çok tehlikeli bir yere gitmiştim. Isparta’da Kovada Elektrik santrali vardı. İkinci Kovada Elektrik santrali yapılıyordu. Oraya İş ve İşçi Bulma Kurumu göndermişti. Ormandan kesilen ağaçları taşıyan kamyonlarla ulaşabildim. Santralin kurulacağı yer Orman içindeki bir deredeydi. Eğirdir gölünden Akdeniz’e kadar giden bir küçük çay üzerine santral kurulacaktı. Isparta’nın rakımı 1050, Antalya’nın rakımı 40! Dolasıyla Eğirdir gölünden Akdeniz’e doğru akan çay çoğu yerde yüksekten aşağılara şelale şeklinde akıyordu. Kontrol altına alınıp su tribünlerine akıtılıyor, tribünler elektrik üretiyordu. Bu güzergâhta en az yedi sekiz santral kurulabilir. Ne yazık ki dışarıdan elektrik alan Türkiye, ülkesinde böyle değerli yerler olmasına rağmen, yatırım yapma yerine elektrik ithal ediyor. Birinci Kovada Elektrik santralinde çalışan Mustafa Ali adında mahalleden arkadaşım vardı. Bazen onun yanına gider misafir olurdum. Birinci Kovada elektrik santralini Alman Mühendisler kurmuş. Mühendislerden biri dile çok meraklıymış. Çat pat Türkçe öğrenmeye başlamış. Santralde çalışan etraftaki köylülerle dost olmuş. Köylüler tatil günleri Alman Mühendisi gezdirirlermiş. Bir gün gürül gürül akan derenin başına oturmuşlar. Alman bizim köylüye “Bu dere böyle hep gürül gürül akar mı?” “Benim bildiğim kadarıyla hep böyle akar.” “Siz Türkler de böyle bakar mı?” Tabi bizim köylü espriyi veya Alman’ın ne demek istediğini anlamamış. “Bakarız!” demiş. Evet! Maalesef böyle! Anadolu halkı elindeki fırsatları değerlendirme yerine fırsatlara, Allah’ın verdiği nimetlere öyle bakar! Fırsatlar, nimetler önünden gelir geçer. Sonra başkalarına muhtaç olur. Ülkenin kilometrelerce nehirleri, çayları, ırmakları, dereleri varken, gidip dışarıdan elektrik almak ne demek? Ayıp denilen bir şey var. Konuşurken mangalda kül bırakmayan politikacılar, ülkenin yöneticileri ne yazık ki öyle nimetlere fırsatlara bakarlar. Alman Mühendis dereye bakarken kim bilir ne hayaller kurdu? Kim bilir içinden “Şu zenginlikler bizim ülkede olsaydı neler yapmazdık!” demiştir. 

Evet! İkinci Kovada Elektrik Santralinin inşaat yerinden gece vakti zor şartlarla eve geldim. Babam merak etmiş. Avluda beni bekliyor. Eskiden sinemaya gider çok geç vakitlerde gelirdim. Ancak Ankara’dan döndükten sonra huyum değişti. Eve geç gelmiyordum. Genelde evde kitap okuyordum. Eğer bir yere gidecek geç kalacaksam bugün geç geleceğim merak etmeyin diyordum. Ancak iş için İkinci Kovada Santraline giderken bu kadar geç geleceğimi tahmin edememiştim. Zaten öğleden sonra gitmeye karar verince ancak akşam mesai bitimine ulaşmıştım. Gittiğimde zaten birini almışlardı. Boş yere oraya kadar gitmiştim. Dönüş ise nasıl olacak? Vasıta yok. Yolda kamyon beklerken yatsıya doğru işçileri Eğirdir’e getiren kapalı kamyonet geldi. Ona bindim. Orman yolu gece Eğirdir’e geldim. Eğirdir Isparta arası 40 kilometre o günkü vasıtalarla bir saat sürüyor. Şehirden eve geliş gecenin neredeyse yarısı olmuştu. Babama durumu anlattım. “Oğlum oralarda ne işin var? Oraları ben bilirim. Oralar çok tehlikeli yerlerdir. Bir daha benden habersiz gitme! Gideceğin yeri önce bana sor.” Anlaştık. Ertesi günü akşam “Seni Şevket Demirel ofisinde bekliyor.” dedi. “Niye?” “Senin iş aradığını söyledim. Bana gelsin!” dedi. Şevket Demirel babamın çalıştığı halı mağazasının ortaklarındandı. Mağazayı Süleyman Demirel’in kayınpederi Yılmaz Şener yönetse de büyük olarak her zaman Şevket Demirel öndeydi. Şevket Demirel Başbakan Süleyman Demirel’in küçük kardeşiydi. Kereste fabrikasının asıl ortaklarındandı. Ayrıca o dönemlerde Göltaş Çimento fabrikası kurulmuştu. ORMA isimli sunta fabrikası yeni yapılıyordu. Şevket Demirel’in dediği saatte ofisine gittim. Benim çalışırken ne yapacağımı sordu. O’na Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisi imtihanlarına girdiğimi, kazanırsam gece bölümünde okuyacağımı, iş bulabilirsem Eskişehir’de çalışacağımı, ancak Eskişehir’de iş bulmamın zor olduğunu anlattım. Bana “Isparta’da çalışıp Eskişehir’e imtihanlara gitsen olmaz mı?” diye sorduğunda, henüz ne olacağını bilmiyorum. Ancak arkadaşlarıma sorduğumda devam mecburiyeti varmış fakat uygulamada yumuşak davranıyorlarmış. Çünkü alınan öğrenciler anfilere, sınıflara sığmıyormuş. Kapasiteden çok fazla öğrenci alıyormuş. Şevket Demirel’i Ortaokul son sınıfta imtihana kaldığım zaman halı mağazasında çalışırken bir iki defa görmüştüm. Halı mağazasında ben daha çok Yılmaz Şener ile karşı karşıya kalıyordum. Çünkü patronumuz oydu. Şevket Demirel beni kereste fabrikasına muhasebe elemanı olarak aldı. Alırken, okula gitmek istersen o zaman ayrılırsın. İmtihanlara giderek okumak istersen, sana imtihan sürelerinde izin veririm demişti. Bu benim için harika bir kıyaktı. Sonradan öğrendim. Meğer babam onların halı mağazasında çalışırken, Şevket Demirel’in hanımı bütün siparişlerini babama aldırırmış. Diğer çalışanlar da var ama nedense babama çok güvenirmiş. Tabi bu durumdan Şevket Demirel’in haberinin olmaması mümkün değil. Bu güvenle Şevket Demirel ile babam arasında bir güven unsuru oluşmuş. Zaten aralarında bir iki yaş farkı vardı. Yani babam 1970 yılında 44 yaşında Şevket Demirel ise 45 veya 46 yaşında! Ben ise 19 yaşında! 

Kereste fabrikasında işe başladım. İşe öyle bir sarıldım ki; fabrikanın muhasebe bölümünün bütün işleri bana kaldı. Tabii esas muhasebeyi yapan üniversite mezunu biri vardı. O fabrikada değildi. O bütün şirketin asıl muhasebesini tutardı. Biz fabrikada fabrikanın işleyişi ile ilgili muhasebe işlerini yapardık. Ürünlerin takibi, ambar yönetimi, kasa yönetimi, ürün gönderilmesi, maliyet unsurlarının takibi, faturaların kesilmesi, cari hesapların yürütülmesi! Benden önce giren evli bir arkadaş vardı. Sonra bir arkadaş daha aldı. Aldığımız arkadaşla dışarıdan tanışıyor, birlikte gezip dolaşıyorduk. Aynı fikirlere sahiptik. O da babasının sayesinde girmişti. Babası fabrikada çalışan ustalardandı. Bir yıl sonra iyice fabrikaya alışmıştım. Kendimi de Patrona sevdirmiştim. Hem iyi oldu, hem kötü oldu. Çünkü patron genelde herkesi gönderir benimle akşam mesai yapardı. Neredeyse ayda 9-10 gün birlikte çalıştığımız olurdu. Herkes mesaiyi bitirip giderken, “Mehmet sen kal!” diye telefon ettiğinde, çaresiz kalırdım. Ancak bu çalışmalar benim geleceğime damga vurdu. Çok iyi bir işletmeci yetişmeme neden oldu. Şevket Demirel gibi bir patronla birlikte çalışmak, iş hayatının bütün hesap kitabını birlikte yapmak, fabrikadaki işlerin hepsi üzerinde birlikte mütalaa etmek beni geliştirmişti. Şimdi düşünüyorum da eğer altmışlı yaşlarda yönetim danışmanlığı yapıyorsam, bu o dönemlerde atılan bir temeldi. Şevket Demirel çok disiplinli bir insandı. O dönemlerde bilgisayar, elektrikli elektronik hesap makineleri yok. Elle yazıyoruz. Facit çevirmeli hesap makinelerini kullanıyoruz. Şevket Demirel’in disiplini harikaydı. İlk zamanlarda küçük bir kâğıda yapacağım işleri yazdı. Üzerine tarihini ve saatini yazdı. İşin süresini belirleyen tarihi ve saatini yazdı. Aynı şeyleri kendi not defterine yazdı. Şaşırmıştım. Benim şaşkın bakışlarımı görünce “Bak Mehmet! Bunu hiç unutma! İş hayatında üzerine tarih yazılmamış bir not doğmamış bebek gibidir. Yani doğmamıştır. Bir notun üzerine yazılan tarih onun doğum günüdür. Eğer o not bir iş için ise, iş süresini yazmak onun ölüm günüdür. Yani işi alan kişi o notun ecelinin geleceği tarihi bilmelidir. Şimdi aynı şeyleri kendi defterime yazdım. Sen verdiğim işleri erken bitirir gelirsen, yaptığın işte doğruysa, kaliteni artırırsın! Bu işte başarıya doğru adım atarsın. Ancak işini geç bitirirsen, ben kaç gün ya da kaç saat geç bitirdiğini görür senin notunu ona göre veririm.” İnanın ben bu disiplini yönetim danışmanlığı yaparken iş sahiplerine öğretmekte güçlük çekiyorum. 

Bir insan niçin başarılı olur? İşte sır burada! Adam ticaret yapıyor, ticareti bu disiplinle yapıyor. Adamdan herhangi bir şeyin kaçması mümkün mü? Peki, bu disiplin sadece iş hayatında mı geçerli? Elbette hayır! Bugün Müslümanların en büyük sorunlarından birisi bu! Müslümanlar disiplinli hayat yaşamayı hiç düşünmüyorlar. Hâlbuki Allah salât-ı ikame emri vererek disiplini öğretiyor. Oruç ayetiyle disiplini öğretiyor. Abdest hükmüyle temizlik disiplinini öğretiyor. Haramlara düşmeme komutuyla temiz bir hayat disiplinini öğretiyor. Salât kavramıyla yeni bir insana, yeni bir kimliğe, yeni bir kişiliğe nasıl ulaşılacağını öğretiyor. Bütün bunlara rağmen Müslümanların hayatında disiplin yok. Söz verir sözünde durmaz. Randevu verir randevusuna riayet etmez. Borç alır zamanında ödemez. Yalan, dedikodu, gıybet, kıskançlık, çekememezlik almış başını gitmiş. Gruplaşma fitnesi inancı altüst etmiş. Ayetlere göre birlik beraberlik kurma anlayışı sıfır. Bizden ya da değil anlayışı hâkim. Hâlbuki ayetlere bakıyoruz. Müslüman Allah’ın yasalarına teslim olan, hayatını Allah’ın yasalarına göre kuran demek. Mümin ise her türlü güvensizlik doğuracak fikri, inancı, eylemleri asla gerçekleştirmeyerek güven sağlamak demek. Hani nerede? Her birimiz aynanın karşısına geçip Mümin ve Müslüman kavramıyla kendimizi sorgularsak sınıfta kalıyoruz. Sonra kallavi sözlerle ahkâm kesiyoruz. Ardından niçin Müslümanlar başarı sağlayamıyor diyoruz. Bir insan ticari hayatında bile disiplinli bir yaşamla başarılı olacağını bildiği halde, biz her şeyden değerli saydığımız Müslümanlığa/Müslümanlığımıza zerre değer vermiyoruz. Efendim Almanlar çok başarılıymış. Neden? Çünkü Alman disiplini diye bir şey varmış. Eee bunu söylemek neyi ifade ediyor. Müslüman olarak benim Kitabım Kur’an emrettiği disiplin ayetleriyle Almanlara bin basar ama ben içi boş, kof Müslüman olunca, kitaba değer verip, içindekileri hayatıma aktarmıyorum. Sonra bilmem neler gibi mızmız şikâyetler yapıyorum. Neyse! Ben dört yıl Şevket Demirel ile çalıştım. Dört yıl boyunca her yıl en az dört defa Maliye Bakanlığı tarafından denetimine tabi tutuldu. Niye? Başbakanın kardeşi diye! Tek hata yoktu. Her şeyi kuralına göre yapıyordu. Bir gün birlikte çalışırken Maliye Bakanlığının Yönetmeliğinde hata buldum. Çok şaşırdı. Çünkü kendisi hem akıllı, hem çok kültürlüydü. Yüksek İnşaat Mühendisiydi. Amerika’da mastırını yapmıştı. Beni takdir ederken şöyle dedi: “Hata bulman çok güzel. Hem de Maliye Bakanlığının Yönetmeliğinde hata bulman çok güzel. Ancak biz yasa ve yönetmeliklere uymak zorundayız. Hatalara karşı itirazımız elbet olur. Fakat yönetmelikte hata var diye biz hatalı davranamayız. Yönetmeliğe uyar, sonra hakkımızı yasa önünde ararız. Bu mantık kulağına küpe olsun! Bazıları böyle bir çelişki bulunca arkasından iş çevirir. Sakın! Böyle şeyler yapma! Önce görevini yap, sonra hakkını ara! Hatalı yönetmelik ne diyor, beyannameyi böyle vereceksin! Beyannameyi vermezsen suçlu olursun. Beyannameyi vereceğiz, itiraz dilekçemizi senin bulduğun hata üzerine yapıştıracağız.” Şimdi düşünüyorum: Ben bu mantıkla hayata bakanı ondan başka kimsede görmedim. Gördüğüm tek şey hemen herkesin bırakın hatalı durumları, hatasız durumlarda bile yasa ve yönetmeliklerin arkasından dolaşmak oldu. Aynı şekilde ne yazık ki Müslümanlar olarak bizler Allah’ın ayetlerinin, Allah’ın yasalarının ardından arkasından dolaşıp, çıkarımıza göre evirip çevirmeyi iyi, hem de çok iyi akıllı Müslümanlık sanıyoruz. 

Üç arkadaşla birlikte çalışmaya başlayınca ofiste bir iş görevlendirmesi gereği doğdu. Çünkü üç dört ay geçtikten sonra patron her şeyi benden istiyordu. Böyle olunca benden önce işe başlayan arkadaş bozuldu. Yeni gelen arkadaş “Ben de burada çalışıyorum. Benden niye istemiyor.” dedi. Bunun üzerine yaptığımız bütün işleri sıraladık. Tam 22 iş tespit ettik. Sonra işlerin yanına kim yapacak onu yazdık. Bizim bozulan, iş meraklısı arkadaşlar, 22 işten 3 işe sahip çıkıp 19 işi bana bıraktılar. Kötü mü oldu? Çalışan bazıları şöyle der: Yahu madem 22 iş var, üç kişi çalışıyor yedişer iş bölüşün ki; haksızlık olmasın! Arkadaşlara daha çok iş almalarını söylesem de istemediler. Ben de daktilonun başına geçtim kişileri ve yapacağı işleri belirleyen bir görevlendirme tablosu oluşturdum. Şevket Demirel’in odasına girip, “Abi, arkadaşlarında yaptıkları işleri benden istiyorsunuz. Arkadaşlar bozuluyorlar. Biz kendi aramızda bir iş görevlendirmesi yaptık. Yapılacak işe göre arkadaşları ararsanız durum düzelecek!” Güldü! Elimden listeyi aldı. Bir arkadaş iki iş almış, bir arkadaş bir iş almış, benim üzerimde 19 iş var. Hiçbir şey demedi ve imzayı çaktı. Üç nüsha yazmıştım. Üçünü de imzaladı. Aslını aldı. “Birini fabrikanın işletme şefine verin o da bilsin! Birini de odanıza bir çerçeve içinde asın!” dedi. Öyle yaptık. Böylece fabrikanın 19 işini yaparak bir fabrikanın muhasebe açısından yönetimine sahip olmuştum. İlk anda zor gibi görünüyordu ama iktisat okuyan benim için bulunmaz bir fırsattı! 

Cari hesaplarımız iki yerde tutuyordu. O zamanlar kalamoza dediğimiz cari hesap klasörü vardı. Klasörün özelliği içine cari hesap föyleri yerleştirilebiliyordu. Yani bir cari hesap açıyorsunuz, arkalı önlü sayfa bitince boş sayfa ekleyebiliyorsunuz. Fabrikanın tahsilatları genelde şehir merkezindeki Yılmaz Şener’in yönettiği halı mağazasında yapılırdı. Biz ürün gönderme belgelerinin bir suretini oraya gönderirdik. Oradaki arkadaş kalamozadaki cari hesaplara işlerdi. Tabi tahsilatları da o işliyordu. Fabrikadaki kalomazayı ben tutuyordum. Ayda bir halı mağazasına giderek arkadaşla hesap mutabakatı yapıyorduk. Halı mağazasında evli bir sekreter çalışıyordu. Çok iyi bir ablaydı. Gidip geldikçe samimiyet arttı. Biz muhasebede çalışanlar evlerden halı mağazasına geliyor, oraya gelen şirket arabasıyla fabrikaya geliyorduk. Öğle yemekleri için şehre gelip tekrar fabrikaya yine şirketin arabasıyla gidip geliyorduk. Akşamları şirketin arabası bizi halı mağazasına bırakıyordu. Gelip gitmelerle halı mağazasındaki arkadaşlarla tanışıklığımız, sohbetlerimiz, samimiyetlerimiz artmıştı. Halı mağazasında daha önce babam da işçi olarak çalıştığı için, oradaki işçiler babamın arkadaşlarıydı. Sekreterimiz hamile kaldı ve işten ayrıldı. Yerine görümcesi işe girdi. Görümcesi evlenip boşanmış benden sekiz yaş büyük Duygu isimli bir kadındı. Giyinişi, yaşam biçimi çok moderndi. Kısacı mini etek giyer, süslü püslü gelirdi. Tabii ben o zamanlar İslam ile tanışmış, çalışma hayatının dışında dışarıda İslami çalışmalara katılıyordum. Özellikler birlikte çalıştığımız Mehmet adlı arkadaşla genellikle birlikte dolaşırdık. Çıkan sekreter görümcesini işe gönderirken şöyle demiş: “Orada muhasebede beş kişi çalışıyor. Biri muhasebe müdürü, biri halı mağazasında, üçü fabrikada! Fabrikada çalışan Mehmet’ten başkasına güvenme!” Tabii fabrikada iki Mehmet çalışıyoruz. Hangimiz olduğunu şaşırıyor. Ertesi günü benim tarifimi alıyor. Ben bunları sonradan öğreniyorum. Hesap mutabakatı için mağazaya geldikçe, iş için sabah, öğle, akşam geliş gidişlerinde hep yüz yüze geliyorduk. Kadın sadece bana güveneceği için konuşmalarda veya fabrika ile halı mağazası ilişki kuracağında hep beni muhatap alıyordu. Zaten fabrikanın santraline ben bakıyordum. Zaman ilerledikçe ikimiz arasında samimiyet artmaya başladı. Ben abla olarak görürken, sanki dul benden yaşlı kadın beni kardeş olarak görmez olmuştu. Durumu fark eden arkadaşlar bu kadın sana aşık demeye başladılar. Tabii ben o zamanlar böyle şeylerden uzağım. Kaldı ki hem İslami düşüncelerimle hem ailevi yaşam biçimimle böyle biriyle aşk meşk veya evlilik işleri düşünmem mümkün değildi. Hadi ya madi ya derken, arkadaşların dalga geçmeleri arttı. Hep beraber olduğumuz zamanlarda arkadaşlar laf çakmaya başladılar. Meğer kadın başka zamanlarda oradaki çalışan işçilere beni çok beğendiğini, çok iyi bir çocuk olduğumu söyleyip duruyormuş. Orada çalışan muhasebedeki arkadaş da işkillenerek üzerine varmaya başlamış. Sonunda kadının bana karşı duygusal yaklaşımı olduğuna karar vermişler. Dillendirmeye başladılar. Hatta dışarıda arkadaşlarla dolaşırken, sohbet ederken ya da bir şeyler yaparken dalıp gittiğim zaman “Ne o duygulandın mı?” yoksa diye Duygu’yu hatırlatmaya başladılar. Delikanlıyız. Elbet kalpsiz değiliz. Ben benden 8 yaş büyük kadına abla gözüyle bakarken, o bana başka gözle bakarken işler sarpa sarmaya başladı. Bendeki kalpte farklı bakmaya başladı. Bunu fark edince utandım, kızardım, kendime kızdım. Tabii bu durum hareketlerime yansıyor, yüzüme yansıyor. Güzel güzel geçinen biz başladık kavgalara! Tabii arkadaşlar durmuyor. Başladılar, “Büyük aşlar kavgayla başlar.” demeye! İşin tek doğru tarafı ne kadın bana aşkından söz ediyor, ne de ben ona söz ediyorum. Sanki anlaşmış gibi ikimiz kalplerimize hâkim olamıyoruz ama yaşamımıza hâkim oluyoruz. 

Sanıyorum bu tür durumların başlangıcından itibaren altı yedi ay geçmişti. Bir gün annem “Seni evlendireceğiz. Ben kız bakıyorum. Senin istediğin biri var mı?” diye sordu. “Ben evlenmek istemiyorum. Bende para mara yok! Ben okuyorum.” desem de annemle babam karar vermişler. Bu oğlanı evlendirelim değilse başı belâya girecek. Meğer babamın arkadaşları, babam ziyaret için uğradığında gelen fırtınadan haber vermişler. “Hasan, bu oğlanı evlendir, değilse bu kadın başına iş açacak!” demişler. Benim evlilik konusunda herhangi bir düşüncem olmadığı için, evleneceğim kişi tespiti de yoktu. Her ne kadar ortaokulda iken mahalleden bir kıza büyüyünce seninle evleneceğim dediysem de büyüdükçe yollar ayrılmıştı. O zamanlar çocuktum, İslami bilincim yoktu. Şimdi ben farklı bir kişiydim. Ben Duygu konusunda duygulansam da İslami kişiliğim böyle bir evlilik kuramayacağımı söylüyordu. Kaldı ki ben öğrenciydim, askerliğim vardı, 21 yaşında bir çocuktum. Annem mevlit arkadaşlarından biri vasıtasıyla bir kız buldu. Annemin arkadaşının evinde birbirimizi görmek için buluştuk. Halktan bir kız. İlkokuldan sonra okumamış evde halı dokuyor. Tam benim ailemin istediği! Evde halı dokusun! Nasılsa evde iki tane halı tezgâhı var. Annem taraftar, babam taraftar! Kız da fena değildi. Ufak tefek çıtı pıtı Gülay isimli bir kızdı. Düşünmek için ailemden izin istedim. Arkadaşlarıma konuyu açtım. Duygu’dan kurtulmanın başka yolu yoktu. Kabul ettim. Birlikte büyürüz. Nasılsa babam eski babam değildi. Dayakları bitmiş, hatta küfürleri bile azalmıştı. Alkolü bırakmış, namazlarını kılıyordu. Evlenirsek aynı evde kalacaktık. O zamanlar öyleydi. Evlenenler hemen aile dışına çıkmıyordu. Problem olursa başka eve çıkardık. Nasılsa çalışıyoruz. Okulda gececiydim. Birinci sınıfı da direkt geçmiştim. Akademi de ikinci sınıftayım. Kızın ailesine kabul ettiğime yönelik haber gönderildi. Kız tarafı zaten havada karada kabul etmiş. Üniversite de okuyor, Demirellerin şirketinde muhasebeci, babası halıcı, daha ne istesinler değil mi? İşi var, aşı var ki; o zamanlar sigara içmiyorum, alkol hiç almadım. Şu an 72 yaşındayım. Daha sonraları sigara içtim ama alkolü hiçbir zaman almadım. Şükür sigarayı bırakalı da yirmi yıl oldu. Kız tarafı kabul edince kızı istemek için iki hafta sonuna gün tayin ettik. İki hafta sonuna gün tayin etmenin nedeni, babamın tahsil edeceği halı parasını bekliyoruz. Halı parası gelecek, kız istemeye giderken bir şeyler alacağız, kabul ederlerse nişan yapacağız. Böyle hayaller kurarken babamın alacak senedi ödenmedi. Sadece bir senet yok. Ardı ardına beş senet var. Adam dolandırıcı çıkmış. Babama takıp gitmiş. Babam iflas bayrağını çekti! Babam iflas edince zamansız evlilikten kurtuldum. Kız tarafına haber gönderdik. 

Ben olayın ciddiyetinin farkına vardım. Kadın orada çalıştığı müddetçe ben istemesem de kalbim farklı şeyler söyleyecekti. Çünkü kadın her şeye rağmen bana öyle davranıyordu ki; aklım başımdan gitmeye başlıyordu. Fizik olarak güzeldi, huy olarak iyiydi, davranışları mükemmeldi. Ancak yaşam biçimi, inançları, laik ve moderndi. Benim ailemle onun ailesi bir araya gelemezdi. Ben ve o evlenirsek ben ailemden olurdum. İslami çalışmalarım sekteye uğrardı. Çocuklarımız olursa yetiştirirken problem çıkardı. Kadın çalışmazsa benim maaşım yetmezdi. Çünkü zaten imtihanlara gittikçe izin alıyordum biriktirdiğim paralar okula, imtihan sırasındaki masraflara gidiyordu. Kadının ailemle birlikte yaşaması mümkün değildi. Bazen annesi geliyordu görüyordum. Çok iyi bir insandı ama yaşam biçimleri çok farklıydı. Babaları yoktu. Belki bu avantajdı. Artık her şeyi akıllıca düşünmeye başladım. Sonunda bütün cesaretimi toplayıp bir şeyler diyecektim. Hesap mutabakatı için halı mağazasına gittiğimde yine çok iyi davranışlar sergiliyordu. Aramızda aşk dedikoduları çıktığından beri zaten fabrikaya telefon ettiği zamanlar yalnızsa kulağıma şarkılar söylüyordu. Mükemmel de sesi vardı. Yani durum kötüydü. Her an bir delilik yapabilirdim. Halı mağazasında işçiler arka bölümde çalışıyordu. Patron yoktu. Mutabakat yapacağım arkadaş beş on dakikalığına bir yere gitmişti. Patronun odasına girdim. Onu çağırdım. Sekreter olarak oturduğu yerde söylersem işçiler duyabilirdi. Patronun odasına gelince karşıma alıp, “Bu şirketten ya sen gideceksin ya da ben!” dedim. Kızardı, kızdı, “Niye?” dedi. “Hâlâ soruyor musun? Aramızda adı konulmamış bir duygu var ve ben bundan rahatsızım! Onun için kesin karar vereceğim. Ya sen gideceksin ya da ben!” Hiçbir şey demedi. Artık telefonlarda şarkı söylemiyordu. Benimle iş dışında sohbet etmiyordu. Soğuk rüzgârlar esiyordu. Tabii arkadaşların çenesi yine durmuyor. “Ne oldu size?” Ben şunu anladım. Çevre çok önemli! Hele iş arkadaşları dediniz mi daha tehlikeli! Suyun altında saman arayan, ateşi olmadan duman çıkaran anlayışa sahipler. Amaçları ya dalga geçmek ya da başka şeyler. Ne olduğu bilinmez. Gerçi insan yaşlandıkça arkadaşların davranışlarını anlıyor. Onların kötü bir niyeti yok. Onlar hayat içinde kendilerine masumane bir meşgale buluyor. Ortaya olumlu bir sonuç çıkarsa da sayemizde oldu diyecekler. 

Yakıştırma aslında iyi bir şey değil. Anneler oğulları için kız yakıştırır. Babalar aynı şeyi yapar. Etraftaki komşular, akrabalar, arkadaşlar aynı şeyi yapar. Olmazsa bizi dinlemedi hata etti derler, olursa bizim sayemizde oldu diye hava atarlar. Başka toplumları bilmiyorum. Ancak Anadolu toplumundaki bu yakıştırmalar kızlar ve oğlanlar için hiç iyi değil. Bu tür yakıştırmalar gün geliyor baskıyla, şiddetle doğan evlilikleri gün yüzüne çıkarıyor. Hâlbuki evlilik dediğimizde kadın ve erkeğin aklıyla, düşünceleriyle, inancıyla, kalbiyle aynı kanaatte olmasıyla evet diyecekleri bir kurumdur. Aile, mahalle, akraba, iş arkadaşları yönlendirmesiyle, baskısıyla kurulacak evlilikler iyi bir yol değil. 

İslam’ın evlilik ve boşanma hükümleri kadar özgürlüğe, insan iradesine önem veren hüküm yok. İnsanlar evliliğe mani değilse özgürce evlenebilir, boşanacaklar sorumluluklarını üstlenerek özgürce boşanabilir. İslam’ın yasalarının uygulandığı mahkemelerde boşanmalarda aranacak tek husus, boşanan çiftlerin hakları korunmuş mu, sorumluluklar yerine getirilmiş mi? İslam’ın yasalarında boşanmaya aynı evlilikteki gibi taraflar karar verir. Nasıl insan evlenirken birlikte karı koca olmaya karır veriyorsa, boşanırken de karı koca birlikte karar verirler. Boşanmaya asla hâkim karar vermez. İslam’ın yasalarının uygulandığı mahkemede hâkim; kadının boşanma, erkeğin boşanma beyanını alır, sorumluluklarını ve haklarını bildirir, sonuca bu açıdan karar verir. Karı koca birlikte karar almasa tek başına koca veya kadın boşanmaya karar verse dahi boşanma gerçekleşir. Çünkü evlilikte nasıl birlikte evet deniliyor, kadının veya erkeğin tek başına evliliğe evet demesi yetmiyorsa; boşanırken aynı hüküm geçerli olur. Boşanırken kadın tek başına evlilikten vazgeçtim boşanacağım diyorsa, evlilikteki evet ortadan kalkmıştır. Boşanırken erkek tek başına evlilikten vazgeçtim boşanacağım diyorsa, evlilikteki evet ortadan kalkmıştır. Müslümanların tarihinde ne yazık ki bu hükümler doğru anlaşılmadığı ataerkil aile yapıları devam ettirildiği için erkekler boşanma haklarının sadece kendilerinde olduğunu zannederler. Ancak bir şartla evlenirken kadın benim de boşanma hakkım var derse, kadının da kocasını boşama hakkı var derler. Hâlbuki Allah’ın yasası böyle demez. Nasıl evlilik tek başına evetle yürümüyorsa, evlilikte tek başına evetle yürümez. Her iki taraf başta söylediği evet sözünden vazgeçerek, ben bu işte yokum, boşanacağım diyebilir. Hiç kimse karşı taraf ben evliliği sürdürmeyeceğim dediği halde zorla evliliği sürdüremez. Alileler, akrabalar, çevre, arkadaşlar evliliğin yürümesi için zorla baskı yapamaz. Çünkü aynı yatağa girecek, bedensel bütünlüğe ulaşacak olan erkek ve kadının, evlenirken de, evlilik süresinde de aynı istekte olması gerekir. Bu istek ortadan kalktıysa evlilik duygusal planda bitmiştir. Günümüzde duygusal planda biten evliliklerin akli planda, çıkar planında, gelenek, örf adet planında, aile mahalle baskısı planında yürütüldüğü görülmektedir. Bu tür evlilikleri Kur’an onaylamaz. Ne yazık ki Kur’an’ı doğru okumayanlar evlilik ve talak hükümlerindeki bu özellikleri görmez. 

Neticede ben babamın olaya yumuşak dokunuşuyla Duygu fırtınasından kurtulmuştum. Hayretime giden şey; babam hiçbir zaman bana bu konudan söz etmedi. Yani “Sen kendinden yaşlı dul bir kadına âşık olmuşsun nasıl olursun? Ya da senden sekiz yaş büyük yaşlı dul bir kadın sana âşık olmuş, niçin itiraz etmezsin veya sen ne düşünüyorsun?” demedi. Madem böyle bir durum var evlendireyim kurtulsun dedi. Bildiğim kadarıyla kadına da bir şey demedi. Ben kadına “Ya sen bu şirketten çıkıp gideceksin ya da ben!” dedikten dört ay sonra falandı. Bir gün “Ben evleniyorum!” dedi. “Hayırlı olsun!” dedim. “Ama ben İzmir’e gelin gidiyorum. Artık birbirimizi zor görürüz.” dedi. “Nasip! Nasipse görüşürüz, değilse görüşmeyiz.” dedim. Kurtulmuştum. Duygu evlenip gitti. Arkadaşlar “Gördün mü? Altın gibi fırsatı kaçırdın, böyle güzel bir kadını zor bulursun!” dedi ama takmadım tabii! Yaklaşık yirmi beş yıl sonra Isparta’da yolda karşılaştık. Ayaküstü, “Nasılsın iyi misin?” hasbihalinden başka bir şey konuşmadık. Zaten benim yanımda arkadaşlarım, onun yanında arkadaşları vardı. Birbirimize görüşelim bile demedik. Böylece bu hikâye de bitti. 

Her hikâye insanın gelişmesinde bir yer edinir. Edinilen yer bir hayat tecrübesidir. Bu tecrübenin belki bize yararı olmaz ama aynı sorunları yaşayacak gençlere söylenecek iki çift laf doğurur. Ben derim ki; “Evlilikler aklen, fikren, ailevi, kültürel, geleneksel, inanç ve yaşam birliktelikleriyle olmalı! Eğer terslikler olursa sorunlar yaşanır. Aşk bir tutkudur. Tutkular aklı öldürür, fikri öldürür, inancı öldürür, yaşamı öldürür. Aşkla başlayan evlilikler üç gün sonra hayatın gerçekleriyle karşılaşır. Hayıtın gerçekleri içinde âşık olduğu kişinin gerçeği, aileler, akrabalar, örfler, gelenekler, inançlar, yaşam biçimleri vardır. Âşıklar genelde bu gerçeklere karşı mücadele edemez. Mesela; duygular insanda koku üretir. Üretilen koku insana cazip gelir. Şimdi ben böyle deyince ne demek duygular koku üretir diyebilirsiniz. Ancak bu bir gerçektir. Duygular biyolojik enerji üretir. Biyolojik enerji insanları birbirine çeker. Duygu sarsıldığı zaman veya duygular ortadan kalktığı zaman, insanların gerçek kokusu, insanların gerçek biyolojik enerjisi ortaya çıkar. Buna insanın gerçeğiyle yüzleşmek denir. Genelde aşk evliliklerinde duygusal kokularla, duygusal biyolojik enerjiyle yürüyen evlilik, daha sonraları duyguların normalleşmesi ya da insanların sahip olunca duyguların zayıflaması sonucunda, insanların gerçeği ortaya çıkar. Gerçek kokusu, gerçek biyolojik enerjisi ortaya çıkar. Ortaya çıkanlar insanları birbirinden ayırır. Onun için aşkla değil, mantıkla, görerek, beğenerek ya da toplumdaki görücü usulüyle kurulan evlilikler daha uzun ömürlü olur. Çünkü böyle durumda henüz ortada duygular yoktur. Bu nedenle kişiler kendi kokularıyla, kendi biyolojik enerjileriyle tanışırlar, buluşurlar, anlaşırlar. Onun için evlilik kurulduğunda gerçekleriyle evlenmiş olurlar. Ortaya sonradan çıkan bir koku, bir biyolojik enerji olmaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder