Babam avluya oturmuş ağlıyor. Annem avluda bir şeyler yapıyor. Anneme sordum: “Babam niye ağlıyor?” “Oğlum biz atan değil miyiz? Evleniyorsun bize bir şey demiyorsun! Eşya alıyorsun bize bir şey demiyorsun! Düğün yapıyorsun bize bir şey demiyorsun! Biz senin neyiniz?” “Ha! Babamın derdi düğüne parasal katkı yapamamak mı?” “Tabi! Sen tek başına her şeyi yapıyorsun! Bu evde düğün yapacaksın! Herkes gelecek! Biz öyle seyredecek miyiz?” “O zaman şöyle diyeyim! Henüz yemek için dana almadım. İstiyorsa bir dana alsın gelsin!” Ben odama geçtim! Evin eksikliklerini yapıyorum. Annem babama “Dana almamış, istiyorsa alsın!” dedi demiş. Babam koşturarak bir dana almaya gitmiş. Akşama doğru danayla geldi. Yüzüne gülücükler dağılmıştı.
Bir önceki yıl kızı istemiş usullere aykırı bir şekilde güya söz kesmiştik. Dayım Almanya’dan gelince düğün hazırlıklarına başladık. Ben geçmişte yemin etmiştim. Babamdan maddi olarak hiçbir şey istemeyeceğim. O dönem neye ihtiyacımız varsa hepsini aldım. Yeteri kadar altın aldım. Zaten dayımda çok bir şey istemedi. Onlara yük olmasın diye damatlığımı bile kendim aldım. Isparta usulü geniş kapsamlı yemekli bir düğün yapacaktım. Isparta usulü yemekli düğünler ağır olur. Baya uğraştırıcıdır. Aşçıyı, bulaşıkçıları ayarladım. Et işi hariç yemeklik her şeyi alıp eve getirdim. Düğün tarihi belirlenmiş, davetiyeler basılmıştı. Et işi Isparta düğünlerinde önemliydi. Kocaman bir dana kesilir, dana etiyle fasulye veya nohut yapılır. Et suyu ile çorba yapılır. Etler didilerek kabine ismi verilen pilav pişirilirdi. Tabi yanında irmik helvası! Temelde dört çeşit yemek, söğüş ya da turşu!
Anamın derdi beni geriyordu. İki ev arasındaki bekâr odamı baştan aşağı yeniledim. İçine gusülhane yaptım. Tavanları, duvarları, tabanları değiştirdim. Avlunun sol tarafındaki odayı misafir odası olarak ayarladım. Üç kapımız vardı. Biri avlunun giriş geniş tahta kapısı. İkincisi babamların yaşadığı eski ev. Üçüncüsü benim ya da bizim kalacağımız iki oda. Bizim kapının tam karşısına küçük bir mutfak yaptım. Yemek işleri için değil, çay kahve işleri için! Yani pratik şeyler için! Hani özel misafirlerimiz gelirse! Ben mezarlığa bakan odayı elden geçirdiğim günler erken işten geliyor, odanın işlerini yapıyordum. Bir gün odaya girdim mezarlık tarafında sesler var. Pencereye gittim baktım. A o da ne? Anam tam pencerenin önüne bir şeyler yapıyor. “Ana ne yapıyorsun?” “Keçilere ahır yapıyorum.” “Ana sen bilmiyor musun ben buraya gelin getireceğim! Sen buraya ahır yaparsan ben bu pencereyi nasıl açarım? Odayı nasıl havalandırırım? Evin öbür tarafına yapsana!” “Onlar kızıyor.” Tam düğün arifesinde benim yatak odası olarak yapmaya çalıştığım odanın penceresinin önüne anam ahır yaparak, odamın içine yapmış oldu. Yıllarca bu odada tertemiz havada yaşadım. Evlenirken pencerenin önüne ahır yapıldı. Artık keçi pisliğinin kokusundan pencereyi açamayacaktık. Anamda son iki yıldır keçi merakı başladı. Biz malta keçisi deriz. Sarı uzun tüylü olur. Çok kokarlar. Eskiden bizim sokağına bir öğretmen gelmişti. Bahçeli ev kiraladılar. Zaten bizim evler genelde tek katlı bahçeliydi. Ancak öğretmenin bahçesi üç yönlüydü. Öğretmenin karısı keçi beslerdi. Bizim evde halı dokunurdu. Kadın sokaktaki komşularla tanışmak için geldiğinde kadın keçi kokuyor diye anam çok kınamıştı. Hatta öğretmenin hanımı halı dokumak istemiş anam kokuyorsun diye kabul etmemiş. Kadın nasıl ilendi bilmiyorum. Onlar başka yere taşındı anamda aynı keçinin merakı başladı. İki keçi almış gelmiş. Ev keçi kokusundan geçilmiyor. Evin avlusundan hole holden mezarlık kısmındaki ahırlarına geçiyorlar. Her taraf pislik içinde! Eskiler şöyle derdi: “Sakın insanları kınamayın! Kınadığınız başınıza gelir.” Tam böyle olmuştu. Anam kınadığı keçi kokusuyla yaşayacaktı. Ölünceye kadar kınadığı keçi kokusuyla yaşadı. Hani kınadığı anamın başına geldi ama bizim kabahatimiz ne? Ben eve gelin getireceğim penceremin önüne anam ahır yapıyor. Hem de düğün öncesi! Akıl mantık alacak gibi değil. Laf söylesen anlamıyor. İnadım inat yaşıyor. Zaten insanların başını belâya sokan inatları değil mi?
Düğün zamanı gelince bol yemekli sade bir düğün oldu. Hâlbuki babam sünnet düğünümde yemin etmişti. “İki gün sabahlara kadar samah yapıp, çalgılı, çengili, içkili düğün yapacağım.” demişti. Olmadı! Düğünün otoritesi bendin. Düğünümde benden yirmi yaş küçük erkek kardeşimin sünnetini de aradan çıkarıverdik. Böylece babamı sünnet düğünü yapmaktan kurtardım.
Bizim oralarda düğünden sonra getirdiği çeyizleri eve serer, millet ne çeyizi varmış diye bakmaya gelirdi. Düğünün hemen ertesi iki üç gün çeyiz bakma günü olurdu. Yasakladım. “Çeyiz sermek yok. Çeyize bakmak yok. Böyle saçma gelenekleri kabul etmiyorum. Çeyize bakmaya gelenlerin dedikodusu gıybetine müsaade etmem.” dediğimde anam baya bozulmuştu. Gelen giden olursa başımı ağrıtır diye, ertesi günü eşimi alıp akraba ziyaretine çıktım. Akrabaların evlerine giderek ellerini öptük. Böylece çeyiz meraklıları hava aldı. Üçüncü gün kapıda kadınlar çeyize bakacaklar, geline bakacaklar. Çeyiz bakma âdetinde, gelin gelinliğiyle süslü püslü bir köşede oturur. Gelenler gelinle tanışır. Gelinin getirdiği çeyizlere bakarlar. Mahalle kadınlarını kapıda görünce “Hayrola! Çeyiz bakmaya mı geldiniz?” diye sordum. Hep birlikte evet dediler. “Çeyize bakmak yok. Gelinle tanışacaksanız buyurun içeri girin!” Misafir odamıza milleti aldım. Eşime “Soğuk bir şey ikram et, seni hem görsünler, hem tanışsınlar.” dedim. Eşim o kadar güzeldi ki; benim gibi çirkin bir adam böyle güzel bir kızı nasıl aldı diye baya dedikodu yapmışlardır. Bir de çeyiz meyiz göstermedik. Dedikodular tam şenlik olmuştur.
Babamın, anamın, akrabalarımın, komşularımın gelenekleri düğünüme damga vuramadı. Hâlbuki düğün esnasında her biri gelip bir şey söylüyordu. Teyzelerim, halalarım! Sadece amcam yaptıklarıma gülüyordu. Hâlbuki amcam hafızdı, imamdı! Koyu cahil bir dindardı. Ancak konu ben olunca sadece gülüyordu. Babamın ise hiç sesi çıkmıyordu. Danayı alıp gelince neşesi yerine gelmişti. 1979 yılında askere gittim. Askere gidinceye kadar birlikte yaşadık. Askerlikte temel eğitimi gördükten sonra yedek subay oldum. Yedek subaylık dönemimde eşimde birlikte Balıkesir’e taşındık. Artık bir çocuğumuz vardı. Ben Balıkesir’de temel eğitim görürken babam gelinine hayıflanıyormuş. “Ah şu Mehmet yok mu? Tadıyla tuzuyla bana düğün yaptırmadı. Her şeyi kendi yaptı. Hâlbuki ben takılar takacaktım. Harika bir düğün yapacaktım.” falan filan! Eşim gülerek anlatıyor. “Baba gecikmiş sayılmazsın. Ben buradayım. Ne takacaksan tak!” deyince bir daha hiç konuşmamış. Laf olsun padişahım işte! Ben yokum diye boş boş konuşuyor.
Evlilikler adetler olmasa çok rahat kurulacak! Ancak adetler, örfler derken taraflara büyük yükler yükleniyor. Evlenecek çiftleri özellikle kız tarafları iyice kışkırtıyor. Şunu da aldır, bunu da aldır, şöyle olsun, böyle olsun! Aile kurulacak elde avuçta yoksa binlerce liralık borca giriyorlar. Belki de hiç kullanmayacakları şeyler alınıyor. Geçenlerde bir arkadaş bir düğün masrafı çıkardı şaştım kaldım. “Abi artık bir düğün 500 bin liradan aşağı patlamıyor.” Sanki fabrika kuruyor mübarekler. Kap kacak, mobilya, buzdolabı, televizyon, halı, masa, yatak, gardırop, giyecekler, değişik eşyalar, düğün salonu, düğünde ikramlar derken 500 bin lira! Buna başlık parası eklemek zorunda kalanların ise işi çok zor. Allah evleneceklere kolaylık versin! Özellikle dindarların evlilikleri masraf ve şatafatla dolu! Hani sorsan Peygamberimizin kızı Fatıma anamızı örnek alıyoruz derler. Nasıl örnek aldıkları belli oluyor. Evler kazıklardan geçilmiyor. Yeni evliler. Borçlar ailelere yüklenmiş, aileler krediyle, taksitle, borç alarak belki beş altı yıl ödeyemeyecekleri borcun altına girmiş, dindar gençler Fatıma analarını örnek alarak evlenmişler. Lafa bakın! Onlarda var bizde niye olmasın? Onların düğünü şöyle oldu benim ki niye olmasın?
1988 yılında cezaevinden çıktım. Ankara’da okuyan Ispartalı on beş kadar genç kız, iktibas okuyorlar. İktibastan benim yazılarımı okumuşlar. Ancak iktibas camiasına da pek uymuyorlar. Hepsi kara çarşaflı! Bildiğim kadarıyla iktibas çevresinin kadınları pek öyle kara çarşaf giymezlerdi. Muhasebecilik yaptığım ofiste otururken kapıda kara çarşaflı bir genç kız belirdi. “Abi biz Mehmet Çoban ile görüşecektik.” “Buyurun benim!” “Müsait misiniz?” “Evet! Buyurun!” Ben iki üç kişi sanıyorum. On beşe yakın genç kız içeriye girdi. O kadar sandalyem, koltuğum yoktu. Bazıları ayakta kaldı. Öyle net, öyle sert görüşleri vardı ki; sormayın! Fikirler, hayaller havada uçuyordu. Onlara hatırladığım kadarıyla şunları söyledim: “Şu an çok heyecanlısınız. Henüz hayata girmediniz. Bugüne kadar babanızın parasıyla okudunuz. Yarın evlenerek hayata adım atacaksınız. Geçinmek için çalışmak zorunda kalacaksınız. Önemli olan şimdiki düşünceler değil. Önemli olan evlenince, bir işe girince ne olacak? Ben sizin gibi çok sivri, net, kesin konuşanları çok gördüm. Hemen hepsi sonradan değişti.” Bunun üzerine genç kızlar, biz tevhit ehliyiz, partilere karşıyız. Oy vermek şirktir. Evliliklerimizi İslam üzerine yapacağız demişlerdi. Bir yıl dolmadan benim eğittiğim üniversiteli gençlerle evlenmeye başladılar. Evlenenler yavaş yavaş değişti. Şimdi hemen hepsi Ak partinin peşinde at koşturuyor. Bir zamanlar şirk dediklerini yapıyorlar. Bir insan hayata tozpembe bakarsa, düşüncelerini, inançlarını hayat içinde test etmeden ifade ederse; iki gün sonra bütün söylediklerini inkâr etmeye başlar. İlk zamanlar evlenenlerin evlerine gittiğimde lüksten başım dönüyordu. Fatıma’yı örnek alacaklarmış. Peh! Fatıma kim şimdiki dindar kızlar kim?
Genç erkekler, genç kızlar. Müslüman olduğunu söyleyen erkekler, Müslüman olduğunu söyleyen kızlar. Tevhit ehli olduğunu söyleyen erkekler, Tevhit ehli olduğunu söyleyen kızlar. Bilin ki; inançlarınız, sözleriniz hayat içinde yansımadıkça iman etmiş sayılmazsınız. Asıl olan inandık demeniz değildir. Asıl olan hayat içinde ne yaptığınızdır. Evleriniz kapitalist, evlilikleriniz kapitalist, yaşamınız kapitalist, sözleriniz Müslümansa; bilin ki bundan daha iyi münafıklık yoktur.
Allah boşuna ayetinde demiyor. “Sizler inandık demekle bırakılacağınızı mı sandınız? Elbet biz sizi sözlerinizden dolayı sınayacağız!”
Ne yazık ki sınananlar sınavları şimdiden kaybediyor. Lüks, kapitalist yaşam cazip geliyor. Tevhit ve şirk üzerine söylenenler, inanılanlar, hayat içinde eğilmeye, bükülmeye başlıyor. Bir gün geliyor başta söylediklerini inkâr etmeye başlıyorlar. Sonra yaşadıkları hayata göre bir inanç bir Müslümanlık geliştiriyorlar. Evlenirken kurdukları borç bataklarının çaresini faizle kredi çekerek ödemeye başlıyorlar. Konforlarını sağlamak için bir zamanlar şirk dedikleri partilerin kuyruğuna yapışarak yaşıyorlar. Neden? İmanları mı zayıf? Bilgileri mi yok? Hayır! Sadece şeytana uyuyorlar. Üstelik şeytan gibi geldikleri noktayı kibirle, inatla Müslümanlık diye savunuyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder