“Baba haydi hep beraber köye gidelim.”
Bana bunu söyleten olaylar şöyle gelişmişti. Babamın gecekondu evine üç oda yapmıştık. Eski ev iki odalıydı. Ortada bir hol! Odanın mezarlıktan tarafına derme çatma bir mutfak yapıldı. O günkü dönemde bile mutfak hijyen açısından tehlikeliydi. Bereket özellikle kış günleri kuzine sobasının üzerinde yemek pişiyordu. Evin önünde evden beş metre falan geniş avlu vardı. Zaman içinde avlunun her iki tarafına odalar yaptık. Yanımızdaki Musa dayının evi ile bizim evi arasındaki iki metre boşluk bize aitti. Musa dayı evinin duvarını kullanmamıza izin verdi. O boşluğa ince uzun bir oda yapmıştık. Evlenince ben orayı yatak odamız yapmıştım. Giriş kısmına bir gusülhane ekledim. Tam düğün zamanı da annem odanın penceresinin önüne keçiler için ahır yaparak odayı çekilmez hale getirmişti. Ev küçük, kaldığımız odalar küçüktü. Benim misafirlerim fazlasıyla geliyordu babam rahatsız oluyordu.
Bekârken bekâr arkadaşlarım gelirdi. Ben bazen geceleri kitap okurdum. Bir gün babam “Elektrik yakıp duruyorsun kaç para geliyor biliyor musun?” deyince, “Bundan sonra elektrik faturalarını ben öderim.” deyip işi bitirdim. Bir kıs günü de “Sürekli sobayı yakıyorsun, odun parası kaç para biliyor musun?” demişti ben de bundan sonra odun toz bana ait demiştim. Ancak evlendikten sonra yatak odası olarak kullandığımız mezarlık tarafındaki ince uzun oda ki penceresinin önüne annem keçi ahırı yaptığı için artık pencereyi açamıyorduk ve yola bakan küçük oda! Aldığım koltuklar bile sığmamıştı. 1977 yılından 1979 yılına kadar zorluk içinde evli bir insan olarak yaşama devam ettim. Ancak evli olduğum için aile ziyaretleri de başlamıştı. Aile ziyaretlerinde çok zorluk çekiyordum. 1979 yılının Ağustos ayında Yedek Subay adayı olarak askere alındım. Askerliğimin eğitim bölümünü Balıkesir Ordu Donatım Okulunda geçirecektim. Eşimi aileme bırakıp askere gittim.
Askerliğimin eğitim dönemi baya hızlı geçti. Bir defa askeri cezaevinde yattım. Üç defa Disiplin Subaylığı tarafından ifadeye alındım. Dosyamın toplamı neredeyse üç parmak kalınlığındaydı. İki defa siyasi faaliyet yapmaktan, bir defa dönem sonu alkollü veda gününe toplanan içki parasını vermekten ifadeye alındım. İçki parasını vermediğimiz için 11 arkadaş birlikte askeri cezaevinde hafta sonları yattık. Suçumuz askeri talimatlara karşı çıkarak disiplinsizlik yapmaktı. Yani içki parası vermek istemeyişimiz onlara dert olmuştu. İçki parası vermemeyi camide organize ettik. O dönemler Ordu Donatım ile Personel Okulu yan yana Balıkesir’deydi. Her iki bölük yaklaşık dört yüzün üzerindeydi. Dört yüzün üzerindeki Yedek Subay adaylarından yüz elli civarındaki arkadaşa dilekçe verdirdik. “Biz içki parası vermek istemiyoruz.” Tabur komutanımız Ispartalı sert bir yarbaydı. Eğitim alanında bizi topladılar. Öyle bir tehdit ki sormayın! Eğer dilekçelerimizi geri almazsak askerliğimiz yanar, divanı harbe verilirdik. Akla bakın! Subay ve eşleri kokteyl yapacaklar, parasını biz vereceğiz. Rivayete göre yedek subay adaylarının aileleri de katılacakmış. Kokteyl eğitimin son günü olacak. Günü birlik aileler niye gelsinler? Gelseler bile niye kokteyle katılsınlar? Herkes yakını olan askeri alıp gidecek! İçkiler kalan subay ve eşlerine kalacak. Gerçi bizi bunlar ilgilendirmiyordu. Biz Müslüman olduğumuz içki parası ödemek istemiyorduk. Komutanlık emrine itiraz ise suçtu, disiplinsizlikti. Tabur komutanı tehdit edince, yüz ellinin üzerindeki kişiden on bir kişi kalıncaya kadar herkes dilekçesini geri aldı. Yarbay’ın yanındaki asker dilekçelerin isimlerini okudukça geri alanlar gelip alıyordu. Biz almayanların dilekçesini Yarbay alıyordu. Elçileri geri verme işlemi bittikten sonra bizi ayrı bir köşeye götürdüler. Yarbay karşımıza geldi soruyor. “Nerelisin? Niçin kokteyl parası vermiyorsun?” “Kimi arkadaş babam içkiden öldü, yemin ettim! Kimi ben Müslümanım ağzıma içki koymadım. İçmeyeceğim içkinin parasını niye vereyim? Kimi sert bir şekilde benim içkiye param yok.” diyordu. Sıra bana gelince “Nerelisin?” “Ispartalı!” cevabım üzerine Yarbay; “Tüh sana! Allah belanı versin! Isparta’nın yüz karası!” deyip beni geçti. Subaylara içki parası vermediğim için Isparta’nın yüz karası olmuştuk. Hâlbuki biz Müslümanlara göre asıl Isparta’nın yüzkarası oydu. Çünkü askerin parasıyla içki içmek ne demek? Bize hapis cezası verdiler. Eğitim döneminin son günlerinde herkes cumartesi pazar Balıkesir’e hafta sonuna çıkarken, biz askeriyedeki cezaevine gidiyorduk.
Siyasi faaliyet göstermekten dolayı ifademin alınmasında ise bana gelen mektuplar sebep olmuştu. Bazı arkadaşlar askeriyeye nasıl mektup gönderilir bilmiyordu. Sanki normal kişiye gönderiliyormuş gibi mektup gönderiyorlardı. Hâlbuki biz askerdik, askeriyeye gelen her mektup komutanlık tarafından inceleniyor. Askeriyeden dışarıya çıkan her mektup yine komutanlık tarafından inceleniyordu. İran devrimi olmuş devrim ateşi Müslüman gençleri sarmıştı. Mektup atarken bazen sloganlar atarak mektup yazıyorlar. Bazen devrim içerikli sloganlarla süslenmiş kartpostallar atıyorlardı. Sağ olsun arkadaşlar beni hiç yalnız bırakmamışlar. Disiplin subaylığına çağrıldığımda Subayın önünde bir sürü kartpostal, mektup vardı. Subay soruyor: “Sen siyasi faaliyet mi yapıyorsun?” “Hayır!” “Peki, bu mektuplar, bu kartpostallar sana niye geliyor? Sen de bunlardan mısın? Askeri birlik içinde ne tür faaliyetler yapıyorsun?” Sorular üst üste geliyor. Önce sözlü bir ifade verdim. İfadem çok cesurca idi. Dedim ki; “Ben aptal mıyım? Şuraya dört aylığına eğitime gelmişim. Askerim! Bana mektuplar, kartpostallar gelmişse ne olmuş? Ben mi yazdım? Eminim yazanlar için gerekeni yaparsınız. Bana gönderilmiş mektuplardan veya kartpostallardan bana ne? Ben burada siyasi faaliyet yapmam! Burada harika bir cami var. Sağ olsun eski komutanlardan Talat paşa yaptırmış. Zaten kış günündeyiz. Dışarıları soğuk. Gazino yetersiz ve gürültülü! Artısı sigara dumanları! Ben sigara içmem, içenden nefret ederim. Camiye gidiyorum. Oranın kütüphanesi var. Cami imamı Çavuş’un dediğine göre her hafta bir subay gelip kitapları kaçak var mı diye kontrol ediyormuş. Kısacası orada okuduğum kitaplar Müslümanların kültürüne ait tefsir, tarih, fıkıh kitapları! Asıl siyaseti komutanlık yapıyor.” Bunu söyleyince subay hemen “Nasıl? Bak bu çok tehlikeli bir iddia! Eğer ispat edemezsen emin ol Askeri Komutanlığı suçlamaktan dolayı direkt divanı harbe gidersin!” “Önemli değil. Askeri Komutanlık siyasi faaliyet yapıyor. Nasıl mı? İçeriye dört gazete geliyor. Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet ve Tercüman! Ülkücülerin Her gün! Selametçilerin Milli Gazete ve Yeni Devir gelmiyor. Cumhuriyet ve Milliyet solcuların! Hürriyet ve Tercüman sağcıların! Şimdi bana deyin! Niçin solcuların ve sağcıların gazeteleri geliyor da ülkücülerin ve selametçilerin gazeteleri gelmiyor? Komutanlık bu ayrımı yaparken solculardan ve sağcılardan yana olduğunu vurgulamıyor mu? Komutanlık ülkücülerin ve selametçilerin gazetelerini yasaklarken siyaset yapmıyor mu? Bakın, seçim geliyor. Seçim mitingleri var diye bizim hafta sonu tatilimizi yediler. Güya bizler seçim mitinglerine katılırız diye bize çıkış yasağı getirdiler. Peki, ne oldu? Gazinoda televizyon açık! Ben bazen çay içmek için gazinoya gidiyorum. Çay içtikten sonra camiye gidiyorum. Ancak gördüğüm şey şu! Bizi seçim mitingi var diye Balıkesir’e salmayan komutanlık, gazinoda televizyona izin veriyor. Televizyondaki haberlerde her gün partilerin seçim mitinglerinden haberler, görüntüler veriliyor. Akşam haberlerinden sonra seçim konuşmaları, tartışmaları yapılıyor. Yedek Subay adayları dinliyor. Herkes kendi görüşündekini alkışlarken, karşı tarafı yuhalıyor. İsterseniz gelin bakın! Gazino resmen siyaset arenası! Sadece Balıkesir’deki mitingler değil, bütün Türkiye’deki mitingler veriliyor. Sizce komutanlık bunlara izin vererek siyaset yapmış olmuyor mu? Ben tertemizim! Camiye gidiyorum. Namazlarımı kılıyorum. Kitaplarımı okuyorum. Askeriyede özellikle komutanlık her türlü siyasi faaliyeti ayrımı yapıyor, suçlanan ben oluyorum.” “Bak bunların hepsini yazarım altını imzalarsın! Ben uyarayım. İstersen vazgeç. Siyasi faaliyet yapmıyorum de işi kapat. Bu senin için iyi olur.” Yok, yazın komutanım! Kesinlikle imzalayacağım. Ben gerçekçi bir insanım. Düşündüğüm inandığım şeyden ceza yiyeceksem yiyeyim!” Komutan tek tek daktiloda yazdı. Savunmanın altını imzaladım. Baya bir sayfayı falan aşmıştı. Ertesi günü eğitim alanında emirler yağmaya başladı. “Hiçbir gazete askeri birliğe girmeyecek! Gazinodaki televizyon sadece filmler için açılacak. Haberler ve açık oturumlarda kapatılacak! Bir Asteğmen bu konuda yetkili olup televizyonu açıp kapatacak!” Talimatlar gelince solcular hemen itiraz ettiler. Homurtular baya ortalığı karıştırdı. Ancak kim ne diyebilir ki? Benim yüzümden bu talimatların verildiğini camiye gelen arkadaşlara bile söylemedim. Ne olur ne olmaz. Zaten ciddi on bir kişiydik. Dört yüz kişinin içinde on bir kişi ne yapabilirdik ki? Maazallah gazetelerini alamayanlar dayaktan gebertirdi. Kimse de bir şey yapamazdı.
Bir sürü olaydan sonra nihayet asteğmen olmuştum. Asteğmen demirleri takıldı. Kurra çekme zamanı geldi. Kurrada Balıkesir’i çekmek istiyordum. Çünkü Balıkesir benim için iyi bir seçim olacaktı. Eğer çıkarsa, askerlikten sonra Balıkesir’de kalmak istiyordum. Balıkesir’de bir halı mağazası açıp, Isparta’dan halı getirip satmak istiyordum. Onun için niyetim Asteğmenlik dönemimi Balıkesir’de yapak istiyordum. Kurrada Balıkesir’i çektim. 30 Kasım 1979 tarihinde asteğmen rütbesiyle izne çıktık. On beş gün sonra herkes atanacağı yere gidecekti. Ben Balıkesir’i çektiğim için Balıkesir’e gelecektim.
İzne geldiğimde eşim beni de götür, burada rahat değilim dedi ama ben zaten tası tarağı toplayıp Balıkesir’e gidecektim. Halamın oğlu Selim’in kamyoneti vardı. Bizim de eşyamız azdı. İzin dönüşü neyimiz var neyimiz yok kamyonete yükleyip Balıkesir’in yolunu tuttuk. Askeri birliğe yakın olan Plevne Mahallesinden ev tutmuştuk. Ancak düşündüğüm gibi olmadı. Askerlik sonunda Isparta’ya döndük. Bir taraftan annem, bir taraftan kayınvalidem kendi evlerinde oturtmak istiyorlardı. Babamın evinde oturamazdım. Çünkü artık çoluk çocuğa karışıyordum. Eve sığmamız mümkün değildi. Zaten ilk çocuğumuz askere gitmeden doğmuştu. İkinci çocuğumuz yoldaydı. Isparta’ya dönünce ters yönden şehrin öbür ucunda bir ev tuttum. Sonradan dava kardeşim olan Mustafa’nın şirketinde çalışmaya başladım. Oradan kendi muhasebe işimi açarak defterlerini dışardan tutmaya başladım. Böylece babamla birlikte babamın Belediye’den kiraladığı halk pazarındaki dükkânında beraber çalışıyoruz.
Bir gün işe geldiğimde gördüm ki; babam tamir edeceği halının üzerine oturmuş kara kara düşünüyor. “Hayrola baba! Ne oldu? Kara kara düşünüyorsun?” “Ne düşüneceğim oğlum? Bizi seni düşünüyoruz. Askerden geldin bize tam ters yerden uzaklardan ev tuttun. Birlikte otursaydık olmaz mıydı? Arada bir geliyorsunuz. Özlüyoruz.” “Hayat öyle gelişiyor baba! Biz de aile oluyoruz. Genişliyoruz, kendimize göre bir hayat kuruyoruz. Eve sığmamız, genişleyen ailemize rahat bir ortam oluşturamayız.” “Ah oğlum! Şöyle altlı üstlü bir ev alabilseydim.” “Olduğu kadar baba! Fazla dert etme! Şehirlerde geniş aile fazla yok. Herkesin aynı evde oturduğu aileler genelde köylerde! Şehirlerde çocuklar evlendi mi kendi evine çıkar. Burada hayat böyle! Kaldı ki babalar, oğullar, gelinler, damatlar, kızlar, oğlanlar hep evde yaşarlarsa bir sürü sürtüşme oluyor. Herkes evinde yaşasın! Herkesin kafası sakin olsun! Herkes birbirini özleyince gelsin gitsin! Bundan daha iyi şey var mı? Bak sık sık geliyoruz işte! Gerçi bizim için zor oluyor. Arabamız yok. Bir saat sizin evden bizim eve yürüyoruz. Otobüs doğru dürüst yok. Yağmurda karda zor oluyor.” “Ah oğlum ah! Şöyle kazanamadık ki büyük bir katlı apartman alsaydık! Hep beraber otursaydık!” “Baba hepsinin kendine göre sorunları var. Bak ben muhasebeciyim. Birlikte yaşamaya başlayan bir sürü adamla tanıştım. Aralarında hır gür, kavga dövüş, sonra öyle bir ayrılıyorlar ki hak getire! Birbirlerinin yüzüne bile bakmıyorlar. Aileler birbirine giriyor. En iyisi ayrı hayat kurmak! Her aile olan kendi içinde, kendine göre hayat kurduğu zaman daha iyi olur. Gelin görümce, kaynana gelin çekişmeleri olmaz. Kıskançlıklar olmaz. Meslek gereği aile ortaklıkları görüyorum. Kavga dövüş hak getire! Samimi oldukça herkes içini açıyor. İnsan iyi ki şirketimiz, mal varlığımız yok. İyi ki babam kendi evinde, ben kendi evimdeyim, kardeşlerim kendi evinde diyorum. Sen birlikte yaşamayı kolay mı sanıyorsun? Çocukken neler çektiğinizi unuttun mu? Annem neler çekmiş anlatıp duruyor. Sen anlatıp duruyorsun. Bak dedemi köyde bırakıp şehre gelmişsin!” “Oğlum yokluğun gözü kör olsun! Yoktu mecburen geldik.” “Gelmesen de olurdu baba! Amcam gibi kalabilirdin. Çobanlık yapmışsın! Çoban olabilirdin. Köyün bir tarafına herkes gibi sen de bir ev yapabilirdin! O zamanlar köyde ev yapmak ne ki? Etrafta taşlar, karşıda ormanlık! Ne oldu? Köyde yaşayamam dedin geldin!” “Oğlum biz mecburen geldik. Evi düzenlesek yanımıza gelseniz olmaz mı?” “Olmaz baba! Olmaz! Müsaade et! Her evlenen kendi evini kendine göre kursun! Kendi ekonomisini kendisi ayarlasın!” “Ama biz özlüyoruz.” “Baba! Hatırlar mısın küçükken bayram için köye giderdik. Dedem özleminden ağlardı, sen ağlardın! Biz çocuktuk. Kocaman adamlar niye ağlıyor derdim. Zamanında anlaşamamışsınız. Zorluklar çekmişsiniz. Taşınmışsın şehre! Kendi hayatını kurmuşsun! Bırak biz de kendi hayatımızı kuralım. Ama yok biz özlüyoruz diyorsan. Bak! Dedem de seni özlüyor. Haydi, sen babanın yanına köye git, ben de babamın yanına arkandan köye geleyim!” “Oğlum öyle şey olur mu? Bizim için köy bitti artık. Şehirde işimizi kurduk.” “Ya işte baba! Herkes kendi işini kurdu. Yalnız kalan kaldı. Dedem köyde yalnız! Hangi çocuğu yanında? Sen yine şanslısın! Biz en azından on günde bir ziyarete gelip yemeğini yiyip eve dönüyoruz. Peki, sen köye hangi sürede gidiyorsun?” “Oğlum ben nasıl gideyim? Köy uzak ki!” “Bayramdan bayrama değil mi baba? Yılda iki kez! Madem babalar özler, çocuklarını yanında ister. Hele yaşlılık döneminde daha çok ister. Haydi, buyur köye gidelim!” “Köy işi olmaz oğlum. Senin ne demek istediğini anladım!”
Bu konuşmadan sonra babam bir daha aynı konuyu açmadı. Arada bir annem ziyarete gittiğimizde konuyu açsa da “Bırak çocuklar nerede istiyorlarsa orada yaşasınlar.” deyip konuyu kapattı. Geniş aile hayatı köylerde başarılı olsa da şehirlerde başarılı olamıyor. Köylerde başarılı olmasının nedeni bağ, bahçe, tarla işlerinin ailecek yapılmış olması! İş hayatı erkek kadın birlikte sürüyor. Hele geçimli kayınvalide ve kayınpeder olursa; dedeler, çocuklar, torunlar cümbür cemaat birlikte yaşanıyor. Hatta öyle ki; aynı evde birkaç gelin, hatta damatlar olabiliyor. Fakat şehir yaşamları buna müsait değil. Şehirlerde ister istemez herkes kendi işine gücüne bakıyor. Bazen şehirlerde geniş ailelere rastlıyorum. Onlar ya eskiden şehrin köklü aileleri ya da köyden şehre yeni gelmiş olanlar. Şehrin köklü aileleri birlikte esnaf olarak çeşitli işler yapıyorlar. Fırıncılık, lokantacılık, üreticilik gibi işler. Zamanla alınmış bağları bahçeleri oluyor. Şehrin ortasında büyük bahçeli evleri oluyor. İşe birlikte geliyorlar, akşam birlikte oluyorlar, odaları ayrı oluyor. Tabi anlaşabilirlerse! Anlaşanlar çok iyi oluyor ama anlaşamayanlar kanlı bıçaklı! Çoğu araya büyük kırgınlıklar, küskünlükler koyarak dağılıyor. Köyden gelenler ise bir müddet geniş aile kültürünü devam ettiriyor ama sonra şehir hayatı darmadağın yapıyor.
Şahsım adına her evlenen çocuk kız olsun erkek olsun kendi hayatını kendi evinde kurmalıdır. Yıllarca etrafımdaki insan ilişkilerinde birlikte yaşayanların sorunlarını dinledim. Hatta meslek gereği aile ortaklığı yapan ailelerin sorunlarını, kavgalarını gördüm, yaşadım, hesaplarını ayırmak zorunda kaldım. Onun için çocuklarım büyüdükçe şunu dedim: Herkes kendi hayatını kursun! Kendi işini kursun! Kendi ailesini kendi içinde özgürce büyütsün! Büyükler olarak ihtiyaç olduğunda yanlarında olalım. Ancak hiçbir zaman ailelerinin yaşamına, yönetimine maydanoz olmayalım. Hatta oğlanlarımı evlendirirken şöyle dedim: “Evlenip evden çıkacaksınız. Evden çıktıktan sonra geri dönüşünüz yok. Bundan sonra bizden ayrı bir birey, bir aile, bir baba olacaksınız. İki gün sonra yapamadık, edemedik diye geri gelmeyin!” Ben biraz farklıyım. Bu sözleri evlendirdiğim erkek çocuklara söylerken, evlendirdiği kızıma tam tersini söyledim. “Evim her zaman sana açık.” Anadolu geleneğinin tam tersine!
Ben özgürlükten yanayım. Bireysel özgürlük, ailesel özgürlük, toplumsal özgürlük, devlet özgürlüğü! Bütün özgürlüklere kapım açık! Bütün köleliklere kapım kapalı! Dostum özgürlükleri savunanlar, düşmanım özgürlükleri engelleyenler. Her zaman şuna inandım insan özgürce akıl eder, sorar, düşünür, yaşarsa o insandan zarar gelmez. Çünkü özgür aklı olanlar, akla önem verir. Özgür düşünenler, özgür düşüncelere önem verir. Özgür yaşayanlar, özgür yaşamlara önem verir.
Anadolu’da aile denilince özgürlükler biter. Büyük baba, baba, büyük anne, anne, genelde evlerde iktidar mücadelesi verirler. Çocukların özgürlüklerine sürekli müdahale ederler. Böylece işin içinden çıkılmaz olaylar gelişir.
İnancın özgürce oluşturulması önemlidir. Eğer bizler inancımızı özgürce oluşturamıyorsak, inancımızın İslam olduğundan söz edemeyiz. İlke bu olduğunda hayat diğer konulara da bu ilkeyi yansıtacaktır. Ne yazık ki Müslümanlar olarak bunu pek beceremiyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder