28 Kasım 2022 Pazartesi

Babam ve Ben 20

Babam “Ben sana demedim mi bu adam başını belâya sokar diye?” haklı çıktığını anlatmaya çalışıyordu. Söz ettiği kişi Ercüment Özkan’dı!” 

1981 yılında Sur Kitabevinin sahibi Ömer Küçükağa’nın yanına gittiğimde gördüğüm İktibas dergisini incelerken, kitabevine Abdurrahman Dilipak gelmişti. Ona iktibası ve Ercüment Özkan’ı sormuştuk. Ercüment Özkan’dan için “Sağlam adamdır ama Erbakan’a düşmandır. Partilere düşmandır.” demişti. O an içim kaynamıştı. Çünkü 1976 yılından beri zaten partiyle ilişkim kalmamıştı. Kendi başıma mücadele edip duruyordum. 12 Eylül 1980 ihtilalinden önce Müslümanların kültürüne bazı kavramlar girmeye başladı. Pakistanlı Syed Abul Ala Maudoodi’nin Türkçeye çevrilen Kur’an’da Dört Terim kitabı ile İslam dinini temel dört kavramı üzerinde fikirler oluşturmuştuk. Daha sonra kavramlarımıza dar (ülke), imam (Halife), biat kavramları girmeye başladı. 

Dönemin Şafi Hocalarından biri olan Sadrettin Yüksel’in oğlu Metin Yüksel 23 Şubat 1979 yılında camii çıkışında ülkücüler tarafından vurulmuştu. Bunun üzerine babası “Kavmiyetçilik ve İslam” diye bir yarışma açtı. O yarışmaya bir makale gönderdim. Yarışmayı o dönemde çıkan Tevhit dergisi organize ediyordu. Sadrettin Yüksel aynı zamanda günümüzde 19. olarak ün salan benden altı yaş küçük olan Edip Yüksel’in babasıdır. Yarışmada birinci seçilmedi. Muhammed Abdullah ismiyle yazı gönderen bir arkadaşla benim makalem birleştirilerek Kavmiyetçilik ve İslam adıyla (Mehmed Çoban-Muhammed Abdullah) Tevhit yayınları tarafından çıkarıldı. Kitap çıkar çıkmaz şikâyet üzerine toplatıldı. Satışa girmedi. Ancak bu sıralar ikinci el piyasasında dolaşıyor. Kitap çıktığı zaman Balıkesir’de Asteğmen idim. Beni İstanbul’a çağırdılar. İstanbul’a gidip Sadrettin Yüksel hocayla evinde görüştük. Hoca yazma stilimin iyi olduğunu söyleyerek bana ülke kavramı üzerine “Dar-ül İslam Dar-ül Adl” adında bir kitap yazmamı istedi. Askerde yazmaya başladım. Isparta’ya dönünce tamamladım. Baya kalın bir kitap olmuştu. Ancak 12 Eylül 1980 darbesi olduğu için gündeme gelmedi. Yazı çalışma olarak kayboldu gitti. 

İktibas ile ilk karşılaştığım dönemler İmamet, hilafet, biat konularında kafamda oturmayan konular vardı. Abdurrahman Dilipak sağlam adamdır, parti düşmanıdır deyince o gün Ercüment Özkan’a bir mektup yazdım. Kafamdaki soruları sordum. İki gün sonra beni tatmin eden cevaplar geldi. Görüşmek için beni davet ediyordu. O dönemlerde İranlılardan etkilenmiş biri olarak sakallıydım. Ankara İktibas dergisinde sabahın erken saatlerinde beni karşıladı. Çayı demlemiş kahvaltılıkları hazırlamıştı. Zaten Isparta otobüsü gece bir gibi hareket eder, sabah altı gibi Ankara’da olurdu. Otogardan iktibasa kadar yürüyerek gitmiştim. Neredeyse bir saat sürmüştü. Ercüment Özkan beni sakallı görünce “Sakal din mi?” diye sordu, ben “Hayır!” dedim. “Yakışmıyor!” diye konuyu noktaladı. Birlikte oturup uzun süre konuştuk. O gün akşam döndüğümde Isparta’da birlikte çalıştığımız arkadaşlara bilgi verdim. Bağımlı çalışmak gibi bir arzumuz yoktu. Ancak fikir birliği içinde çalışmalarımızı sürdürmeye karar verdik. Çalışmalarımız genellikle üniversiteli, Liseli, İmam Hatipli gençler üzerineydi. Babamla birlikte babamın belediyeden kiraladığı dükkânda çalışıyorduk. Ercüment Özkan ile sözleşmemiz üzerine Isparta’ya gelip arkadaşlarla tanıştı. O dönem bazı arkadaşlar Müslüman kardeşlerin Suriye kanadıyla birlikte çalışmaya karar verdiler. Benim ve bazı arkadaşların kanaati bağımlı çalışmak diye bir şey olmazdı. Bu tür çalışmaların otokontrolü, insanın özgürce düşünmesini ve hareket etmesini engellerdi. Böyle inanıyordum. Çünkü bağımlı ya da birlikte çalışmak insanları köreltiyordu. Birlikte çalışmalara egemen olanlar bir gün geliyor, gruplara abilik yaparken ilahlık yapmaya başlıyordu. Bu tür rahatsızlıkları çok görmüştük. Onun için bağımlı çalışmalardan dilimiz yandığı için “Yoğurdu üfleyerek yiyorduk.” Bu nedenle Ercüment Özkan’a da aynı şeyi söyledik. Bizim bağımlı çalışmak gibi bir derdimiz yok. Kur’an üzerine çalışırız. Fikir alış verişi yaparız. Tecrübelerinizden istifade ederiz. Düşüncelerimizi tecrübelerimizi söyleriz. İlkesel bazda anlaşmıştık. İktibas dergisine abone olduk. Öyle bir iki değil, sanıyorum yüz adedin üzerinde toplu abonelik yapmıştık. Dergiler bana geliyor, ben abone parası veren arkadaşlara dağıttıktan sonra gerisini gençlere ve halka okuması için veriyordum. Ercüment Özkan Isparta’ya geldiğinde gezdirirken çalıştığım yere de getirdim. Orada babamla tanıştılar. Babam tanıştıktan sonra tedirginleşti. Bana “Kim bu adam? Neyin nesiymiş? Belli ki kalantor biri! Sakın senin başını belâya sokmasın!” Ercüment baya zengin giyinirdi. Onun için babam kalantor diyordu. 

Ercüment Özkan üç dört ayda bir Isparta’ya gelip gidiyor. Biz Ankara’ya gidiyorduk. Birlikte çalıştığımız Mustafa Antalyalı halıcılık mobilyacılık yapıyordu. Birlikte özellikle doğu vilayetlerine halı satır turları düzenliyorduk. Gittiğimiz yerlerde gündüzleri halı satıyoruz. Akşamları şehirlerdeki arkadaşlarla görüşüyorduk. Çok hızlı çok verimli günler geçmeye başladı. Bu seyahatlerde Malatya bizi şaşırtmıştı. Malatyalılar sakalımız yok diye ilk gittiğimizde bizimle konuşmadılar. Hatta bir arkadaş şöyle demişti: “Sizler kimlik taşıyorsunuz. İş yapıyor vergi levhası asıyorsunuz. Sakal bırakmıyorsunuz. Sizler ameli müşriklersiniz. Biz ayağa kalkıp savaş başlattığımızda batıya gelip sizin gibileri keseceğiz.” Şimdi aynı grup Ak partinin içinde ileri gelenler grubu! Etrafa “İslam geldi haberiniz yok mu?” diyorlarmış. Yani Ak parti iktidarını ülkeye İslam’ın gelmesiyle eş tutuyorlarmış. Hey gidi günler hey! Nereden nereye? Şu an kendilerinin de sakalları yok. Ellerinde yeşil pasaportlar dünyayı dolaşıyorlar. Şirketler, sermayeler, faizli krediler hak getire! 

Yaptığımız hızlı etkin çalışma İmam Hatip Okulunu karıştırdı. Çalıştığım yere gelip giden öğrenciler, bizim onlara sorduğumuz soruları öğretmenlerine sormaya başlamışlar. İmam Hatip Hocaları sıkıyor. Sıkıştıkça tedirgin oluyorlar. Konuyu müdüre taşıyorlar. Müdür soru soran çocukları topluyor. İyi bir dayakla soruların kaynağını öğreniyor. Çocuklardan aldığı bilgilerle bizi İzmir Sıkı Yönetim Komutanlığına bildiriyor. Onlar istihbarata! Baya bizi takip etmişler. İlk çalışmaya başladığımız beş kişiyi kendi çocukları gibi biliyorlardı. Nihayet bizi almak için düğmeye basıldı ve 1983 yılında önce ben, sonra diğer dört arkadaş içeriye alındık. 

Ercüment Özkan Isparta’ya geldiğinde bize eski tecrübelerinden söz ediyor, bize sıkı sıkıya tembih ediyordu. Örgütle, örgütlerle işimiz yok. Ben o hatayı Hizbut Tahrir’de yaptım. Ürdün’de arkadaşlarımız yakalandı, onların verdiği ifade ile biz yakalandık diyordu. Örgüt yok, örgütler yok. Biz halkın içinde insanlar olarak ailecek birbirimize gelip gidiyoruz. İnsanlara kafalarımıza takılanları soruyoruz. Ercüment Özkan’ın ikinci tembihi “Eğer herhangi bir nedenle emniyete alırlarsa susmayın. Onlara İslam’ı anlatın! Susarsanız bir şey var zannederler. Bir şey mi var? Sadece okuyoruz, araştırıyoruz.” Biz de arkadaşlarla çalışmalar yaparken farklı bir metot kullanmıştık. Mesela ben bütün yasak kitapları yasaklamıştım. Bizim yasak kitaplardan öğreneceğimiz bir şey yoktu. Zaten yasak kitaplar sloganik kitaplardır. İnsanları heyecanlandırmaktan başka bir şey yapmaz. Bizim heyecanlanmaya değil akıllı uslu düşünmeye, araştırmaya, bilmeye, bilinçlenmeye, bilinçli eylem yapmaya ihtiyacımız var. Bu nedenle okuyacağımız kitapları çok iyi seçtik. Meal olarak Diyanet İşlerinin Meali! İlahiyatın Fıkıh Usulü, Hadis Usulü, Tefsir Usulü ve Asım Köksal’ın tarihini okuyorduk. Bu tespitler çok iyi olmuştu. Çünkü emniyete alındığımızda arkadaşlar okuduğumuz kitapları söylüyordu. Gözlerimiz bağlıyken bizi konuşturmak isteyen yasak kitaplar okuyorsunuz dediğinde, “Ne yasağı, biz İlahiyat Fakültesinin kitaplarını ve Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an Mealini okuyoruz.” diyorduk. Emniyet şaşırıyordu. Ne ummuşlardı ne bulmuşlardı. İktibas dergisini evlerimizde, işyerlerimizde görünce Ercüment Özkan üzerinden gitmeye başladılar. Ercüment Özkan’ın eski örgütü Hizbut Tahrir üzerinden suçlamalar yapıyorlardı. Ancak bizi hiçbir bilgimiz, hiçbir ilgimiz yoktu. 

15 günlük nezaretten sonra ilk mahkemede ben tutuklandım, arkadaşlarım tutuksuz yargılanmak üzere bırakıldılar. Cezaevine girer girmez Ercüment Özkan’a bir mektup yazıp attım. “Beni tutukladılar, sizin eski örgütle ilgimiz var mı diye araştırıyorlar.” Sonradan öğreniyorum. Benim mektup İktibasa ulaşmış. Ercüment Özkan okumuş. Bana iki satır cevap yazmış. “Yakında geliyorum.” Zarfa koyup mektubu atmaları için dergide çalışanlara vermiş. Tam o sırada polisler gelip Ercüment Özkan’ı tutuklayıp Isparta’ya getirmişler. Maksatları bizim verdiğimiz ifadelerle karşılaştıracaklar. Cezaevinde on günü falan geçmişti. Bir gün mektuplar okunuyor. Benim adım okundu. Mektup Ercüment Özkan’dan geliyordu. Mektubu açtım okuyorum. Tam o sırada “Selamünaleyküm!” diyen ses Ercüment Özkan’ın! Hemen ayağa kalktım! “Ya abi geliyorum derken buraya kadar geleceğini söylemedin ki! Ben ziyarete geleceksin sanıyordum.” “Nasip böyleymiş.” 

Ercüment Özkan’ın gelişinden sonra cezaevinde günlerimiz çok iyi geçmeye başladı. Yirmiye yakın ülkücü vardı. Onları ikiye böldük. Çünkü yirmi kişi toplu hareket edemiyorduk. Onlu gruplarla sohbetlere başladık. Benim iki buçuk ay, Ercment Özkan’ın iki ay süren Isparta cezaevindeki tutukluğumuz ilk mahkemede bitti. Mahkemeye çıktığımızda ağır cezada üç hâkim vardı. Asıl ortadaki hâkim solcuydu. Özgürlüklere âşık biriydi. Bir saate yakın Ercüment Özkan’ı hiç kesmeden, yarım saat beni hiç kesmeden dinledi. Sonra tek tek yazdırdı. Hafızasına hayran kalmıştık. Hâkimlerden birisi yaşlı tarikatçıydı. O dönemde suçlandığımız 163. Maddeden yargılananlara hiç ceza vermezdi. Diğer üçüncü hâkim tam bir Kemalist’ti! Ancak bir şey diyemedi. 

Cezaevi ziyaretime babam gelmedi. Annem geldi. Onu da analık haklarını helal etmemek için gelmiş. Aramızda engel olan görüşme yerinde karşıma durmuş; “Nedir bu başımıza açtığın iş? Bir daha böyle şeyler yapma! Değilse analık hakkımı helal etmem!” dediğinde putperest anaların Mekke’de Müslüman çocuklara söyledikleri aklıma geldi. Güldüm: “Anne hangi analık hakkından söz ediyorsun? Böyle bir hakkının olduğunu sana kim söylüyor? Ben Allah’ın yolundan gidiyorum. Bu güne kadar bana bu yolda ne yararın oldu da şimdi gelmiş, yapma diyorsun? Ben seni dinlersem Allah’a isyan etmiş olurum. Bir daha bana böyle şeylerle gelme! Benim Allah’a isyan etmeye niyetim yok! Senin de ben bu yolda iken analık hakkın yok!” Sinirli bir şekilde bırakıp gitmişti. 

Babamsa bir antika! Başım belâya girmesin diye Isparta Emniyeti Siyasi Şube Amiri Halil Gören’e gitmiş. “Benim oğlum iyidir ama bir türlü laf dinlemez. İki çocuğu var. Karısı perişan! Ne olduğu belli olmayan dergiyi insanlara veriyor. Arkadaşları gelip sürekli sohbet ediyorlar. Öğrenciler geliyor konuşuyorlar. Kaç defa söyledim. Buraya kimseyi getirme diye! Laf dinlemiyor. Ancak çok iyi çocuktur. İnandığı için yapıyor. Kimseye kötülüğü dokunmaz. Küfretmez, hakaret etmez! Kavgaya dövüşe katılmaz. Ne olur affediverin!” Böyle babaya can kurban! Ne yaptıysak gidip Siyasi Şube Amirine anlatmış. Herhalde “Mehmet Çoban’ın böyle babası varken, düşmana ihtiyacı yok!” demiştir. Babam huzurundan çıktıktan sonra epey gülmüştür. 

Yargılamadan sonra bir fire verdik. Yeni bebek sahibi olan arkadaşımız çalışmalara katılmadı. Biz son sürat çalışıyorduk. Başlattığımız beşli gruplar vardı. Ancak grupların birbirinden haberleri yoktu. Ben her gruba ayarlıyor, onlarla birlikte dersler yapıyorduk. Aslında gruplardaki arkadaşlar gün içinde diğer arkadaşlarla zaman zaman karşı karşıya geliyorlardı. Ancak kimse diğerlerinin çalışmaya girdiğini bilmiyordu. Tutuklandığımız zaman ilk beşli grubumuzun dışında beş tane daha grubumuz vardı. İlk beşli grubumuz çalışmaya başlarken toplumla konuşuyorduk. Her an birlikteydik. Zaten ilk grubumuzdaki arkadaşların yanında çalışıyordum ve abi kardeş üç kişi daima eskiden aynı işyerindeydik. Defterlerini tuttuğum için zaten sürekli beraberdik. Beşinci arkadaşımız ise Devlet Su İşlerinde tornacı olarak çalışıyordu. Onunla hafta sonları birlikte olduğumuz için toplum tanıyordu. İlk başlayanlar olarak yanlış bir taktik yaptık. Herkesle partisiz, sadece İslam için mücadele vermek gerektiğini tartışıyorduk. Bizim söylemlerimiz özellikle Erbakan’ı sevenler arasında iyice tartışılıyor, tepkiler onlardan geliyordu. Bir ara baktık tepkiler çoğalıyor, toplumla tartışmayı bıraktık. Tartışmayı bıraktıktan sonra ben grupları oluşturmaya başladım. Bu taktik işe yaradı. Emniyet diğer grupları bilmiyordu. Cezaevinden çıktıktan sonra ihtilalden önce MSP il başkanı olan Ramazan Topraklı evime geçmiş olsun demeye geldi. Ne var ne yok diye konuşurken dedim ki; “Ramazan ben bir şey tespit ettim. Bir ara MSP’lilerle sürekli konuşuyorduk. Konuşmalar tartışmalara doğru gidiyordu. Baktık olmayacak, konuşmayı tartışmayı bıraktık. Artık işimize bakmaya başladık. Ben şunu tespit ettim. Sizin adamlarla konuştuğumuz her şeyi, bizim kaç kişiyle dersler yaptığımız emniyet biliyordu. Ancak biz sizinle konuşmayı bıraktıktan sonraki yaptıklarımızdan emniyetin hiçbir haberi yoktu.” “Ne yani biz mi şikâyet ettik?” “Hayır! Şikâyet ettiğiniz söylemiyorum ağzınızın ne kadar gevşek olduğunu söylüyorum.” Böyle dedim diye bana baya bozulmuştu. İşin gerçeği buydu. Ne yazık ki Müslümanlar neyi ne zaman nerede konuşacaklarını pek bilmiyorlar. Bu nedenle Müslümanların arasına giren istihbaratçılar, MİT, Askeri istihbarat ağzı gevşek Müslümanların yüzünden her şeyi öğreniyor. 

Başı belâya girince feveranıyla ortalığı velveleye veren! Diğer zamanlarda mangalda kül bırakmayan yapımız ne yazık ki; doğru düzgün çalışmamızı, tedbirli davranmamızı engelliyordu. Tutum ve davranışlarımız hep bilgisizlik, bilinçsizlik doluydu. O zamanlar zaten söylemlerimizin çoğu sloganlardı. Sloganlarla öğrenilen, sloganlarla anlatılan din bizi nereye götürebilirdi ki? 

Cezaevinden çıktıktan sonra Milli Gazete benden haftada bir makale istedi. Meğer yetmişli yıllarda Yeni Devir Gazetesinde çıkan yazılarımı okuyan bir kardeşimiz Milli Gazete’nin Yazı İşleri Müdürü olmuş. Israrla benden yazı istiyor. Her yazı başına beş yüz lira vereceklermiş. Beş yüz lira o zamanlar iyi para! Dört beş yazı gönderdim ardı ardına yayınladılar. Üç dört tane daha gönderdim yayınladılar. Sonra iki tane gönderdim yayınlamadılar. Meğer Yazı İşleri Müdürünün görevine son verilmiş. Paralar ise yok! Ar yapıp yayınlanan yazıların parasını söke söke aldım. Kısa günün kârı! Anladım ki köşe yazarlarına iyi para veriyorlar. Düşünsenize her gün yazan, her makaleye beş yüz lira alsa, ayda 15 bin lira! Çok iyi para! Benim Milli Gazetede çıkan yazılarımı gören Ercüment Özkan Isparta’ya geldiğinde sordu: “Sen makale yazar mısın?” “Eh işte!” “Niye iktibas dergisine göndermiyorsun?” “Göndereyim!” Böylece İktibas Dergisinde de yazılarım yayınlanmaya başladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder