Babam anneme "Karışma sen! Oğlum kimi istiyorsa istemek bizim görevimiz." diyordu. Artık evlenme zamanım gelmiş geçiyordu. Kız istememe neden olaylar şöyle başlamıştı:
Yetmişli yıllarda Müslüman gençlerin anladıkları İslam’ı yaymak için uyguladıkları bir taktik vardı. Bu taktik henüz İslam’ı tanımayan beğendiği kızlarla evlenmek, evlilik sürecinde onlara İslam’ı anlatmak, başlarını kapatmaktı. Şule Yüksel Şenler yeni ortaya çıkmış, kendine özgü bir başörtüsü takarak, başını örten Anadolu kadınlarından farklı bir modeli örneklemeye başladı. Kendini şuurlu kabul eden Müslüman genç kızlar Şule Yüksel Şenler’i kendine örnek almaya başladılar. Nedense Ankara’da yanlarında çalıştığım Akçağ kooperatifinin başkanı İsmail Ünalmış Şule Yüksel Şenler’in bu girişimlerine karşı çıkar hiç sevmezdi. Tabi ben o zamanlar henüz çocuk denecek genç yaşta olduğum için herhangi bir görüş belirtemezdim.
Başı açık, solcu, laik, çağdaş kızlarla evlenip evlilik sürecinde evlendikleri kadınları değiştirmek isteyen abilerimiz bu yönde evlilikler yapmaya başladılar. Ancak tanıdıklarımın birçoğu yine ailelerinin memleketlerinde belirlediği akraba, komşu kızlarıyla evleniyorlardı. Nitekim bana o devirde yol gösteren Ali Ekber Dereli imam olan dayısının kızıyla evlenmişti. Hepimizin yakından bildiği sonradan değişip CHP’ye teslim olan Yaşar Nuri Öztürk eşini kapatmak hayaliyle alanlardandı. Hatırlarsanız televizyoncu Ayşe Özgün’ün programına çıktığı tarihlerde daha net güzel ifadeler kullanıyor, İslam’da başörtüsü var diyor, kendisine “Eşinizin başı kapalı mı?” sorusuna, çok isterdim ama kapatmıyor diye yakınıyordu. CHP ile işbirliği yaptıkça, Hürriyet gazetesinde yazı yazmaya devam ettikçe, televizyonlarda popüler oldukça, fikirleri değişti, son durumunda ise toplumdaki Müslümanlık anlayışından fersah fersah uzaklaştı. Tamamıyla laik, cumhuriyetçi, Demokrasiyi savunan, Kemalist hatta zaman zaman deistleri öven bir duruma geldi. Bu nedenle Müslümanlar son aşamada deist olduğundan bile söz ettiler.
Nedense Müslüman abilerin bu hedefinden çok uzaktım. Evlilik düşündüğümde başı açık başı kapalı kız aramaktan ziyade, kendisine güvenebileceğim biriyle evlenmek istiyordum. Eskişehir İktisadi Ticari İlimler okulunda okumama rağmen Isparta’da yaşıyordum. Dört yıl Demirellerin kereste fabrikasında çalıştıktan sonra kitapçılık yapmaya başladım. Demirellerin şirketinde çalışırken o dönem kurulup faaliyete giren Göltaş, Orma gibi firmalarda çalışan kızları görüyor, davranışları hiç hoşuma gitmiyordu. Kitapçılık yapmaya başladığım yıllarda ise çok yoğun bir şekilde çalışıyorduk. Müşterilerimiz hayli fazlalaşmıştı. Kitabevine gelen giden liseli kızları gördükçe davranışları hiç hoşuma gitmiyordu. O dönemlerde sürekli okuyordum. Övünmek olmasın özellikle kitapçılık döneminde çok okurdum. Hatta şöyle bir parolam vardı. “Ders kitapları, çocuk kitapları, ansiklopedik kitaplar, büyük külliyatlar hariç, hikâye, roman, fikir, tarihi kitapları okumadan asla satmam!” Bu politika ile İstanbul’a gidip kitap almaya kalktığımda bizzat yayınevleri veya dağıtım evlerinde kitapları tek tek inceler, yolda okumak için bir iki kitap alır, Isparta’ya geldiğimde bank üzerine okuyacaklarımı ayırır, aldığım bütün kitapları okuyarak kaldırırdım. Onun için beni sürekli okuyan görenler, güvenerek ne tür kitap istediklerini sorduklarında hemen önlerine birçok kitap kordum. Önlerine koyduğum kitaplar da satılırdı. Kitapçılardan bazıları bu kadar nasıl satıyorsunuz dediklerinde; “Satmak için okumak gerek. İyi okuyan iyi satar.” derdim. Benim gibi okuyan bir kız istiyordum. Tahsilli, tahsilsiz fark etmez. Önemli olan fiziki olarak beğeneyim, artısı iyi kitap okuyan birisi olsun! Çünkü okuyanlardan zarar gelmezdi.
Yetmişli yıllarda üniversiteli gençler yine üniversiteli gençlerle birlikte gezerler, tozarlar, eğlenirler, yatmak isteyen kızlarla yatarlardı. Ancak evliliğe gelince anasına tembih edip, “Bana ehli namus bir aile kızı bulun!” derlerdi. Etrafındaki kızlarla evlenen çok az genç vardı. Aynı kafa bugünde var. Bugün farklı olan birlikte hayat yaşamalar, yatıp kalkmalar daha fazla! Elbet bu tür bir hayattan uzak duran erkek ve kızlar var ama bunların sayısı maalesef gittikçe azalıyor.
Demirellerin fabrikada çalışırken bazen evlilik konuları açılırdı. Fabrikada işçilerden başka ofiste beş kişi çalışıyorduk. İşletme şefi Eşref Usta! Çaycımız doğulu Apo dayı! Aslında sonradan öğrendim Apo da dayı anlamında kullanıyormuş. Belki doğru belki yanlış! Biz Apo dayı derdik. Sadece Şevket Demirel’in odasının, holün, Eşref Usta’nın odasını temizlerdi. Biz kendi odamızdaki masaları kendimiz silerdik. Apo dayının ilginç bir hikâyesi vardı. Bize çaycılık yaparken 60 yaşın üstündeydi. Apo dayı fakir bir ailenin çocuğuymuş ama çok güzel bir çocukmuş. Oturduğu kasabada çok zengin erken dul kalmış bir kadın varmış. Kadın o zamanlar yirmi altı yaşlarındaymış. Sokakta Apo dayıyı görmüş. Apo dayı o zamanlar altı yaşında güzel bir erkek çocuğuymuş. Kadın “Ay ne güzel çocuk bu diye öpüp koklamış. Sonra keşke böyle yakışıklı bir kocam olsaydı.” diye söylenmiş. Çocuktan ayrıldıktan bir hafta sonra çocuğu araştırmaya gelmiş. Kadın çocuğu gördükten sonra hani “Keşke böyle yakışıklı bir kocam olsaydı.” demiş ya; sonradan bunu gerçekleştirmek için yola çıkmış. Çocuğun ailesini bulup resmen istemiş ve “Ben bu çocuğu alayım, kendime koca yapayım. Bu çocuk çok güzel, kendime göre yetiştireyim. Çocuğum yok! Eski eşim öldü. Babamdan zenginlik kaldı. Ne isterseniz vereyim.” demiş. Paranın gözü kör olsun! O devirler zaten yokluk devirleri! Apo dayının annesi babası kabul etmiş. Apo dayı diyor ki; ben altı yaşında evlendim. Evlendiğimde karım benden yirmi yaş büyüktü. On dört yaşına girinceye kadar karımla aynı yatakta hiç cinsel ilişki kurmadan yattım. İlk zamanlar sanki çocuğu gibi kucağına alıp birlikte yatıyorduk. Büyüdükçe okşamaya sevmeye başladı. Tam yedi yıl ben karımla birlikte hiç gerdek yaşamadan aynı yatakta yattım. Yedi yıl sonra karı koca olduk. Ben on dört yaşına girmiştim, karım ise otuz üç yaşına girmişti. Karımdan üç çocuğum oldu. Altmış yaşlarında vefat etti. Beni çok sevmişti. Ben de onu çok sevmiştim. İlk karım öldüğünde ben kırk yaşındaydım tekrar evlendim. Hikâyeyi işitince ben sordum: “Apo dayı madem karın çok zengindi şimdi sen niye çaycılık yapıyorsun?” “Hiç sorma Mehmet Bey! Karım o kadar şımarttı ki; bir zamanlar su gibi para harcadım. Zenginliği büyük bir kısmını birlikte yedik. Sonra karım vefat edince yeni kadın almak için yüklü başlık parası verip fakir kaldım. Birçok yerde çalıştım şimdi burada çalışıyorum.
Anadolu toplumundan yaşanmış hikâyeler dinlediği zaman insanın küçük dilini yutmaması zor. Öyle hikâyeler var ki insanın aklı ne diyeceğini bilemiyor. Meselâ bu hikâyede altı yaşında bir erkek çocuğunu zengin kadın alıyor. Bunun karşıtı olarak çocuklar bebekken beşikleri kertilerek ileride evlendirilmek üzere belirleniyor. Veya yaşlı kart horozlar parayı bastırıp kendinden otuz kırk elli yaş küçük kızları alabiliyor. Çocuklar anneleri babaları tarafından mal gibi alınıp satılıyor. Hele başlık parası denilen bir illet var ki; Anadolu’da evlenecek erkeklerin önünü tıkıyor. Sevdalıları birbirinden ayırıyor. Kaçarlarsa ömür boyu arkalarında ölüm timleri dolaşıyor. Berdel denilen başka bir illet var. Ayrıca bir gelin gidiyor, kocası ölüyor, gelin evdeki diğer erkeklere veriliyor. Bütün bunlarda evleneceklere soran var mı? Yok! Hele kızlara hiç soran yok! “Bu evden gelin çıkarsın, geriye ölün gelir.” hesabı, başka bir zulüm var. Sanki evden çıkan kız çocukları kendi evlatları değil. Karşı tarafa öyle bir veriliyor ki; ölmek üzere veriliyor. Karşı taraf kızı öldürse gıkları çıkmayacak! Sanki mal satmışlar gibi! Alan kişi ister kullanır, ister satar, ister öldürür. Kız tarafının tek sözü yok. Bu tür hikâyeler insanı gerçekten üzüyor. Bereket bizim memlekette böyle şeyler yoktu. Hani annelerin babaların eş adayı beğenip hatır gönül koyarak zorla evlendirdikleri vardı ama anlattığım olaylar kolay kolay olmazdı. Kız çocuğunu namus görenler, namusuna bir şey gelmeden evlendirmek, dul kalanlar geri geldiği zaman bir an önce evlendirmek, kadının mutlaka kontrol altında tutulması gerektiğini vurgulayan davranışlardı. Hani diyeceksiniz ki; tüm bu anlattıklarınızı yapanlar Müslüman değil mi? Bu soruya gülmemek elde değil. Hem de güya kallavi Müslümanlar. Ancak Müslümanlıklarının Kur’an ile ilgisi yok. Müslümanlık diye gelenekleri, örfleri, doğulular ise aşiret kurallarını uyguluyorlar.
Hâlbuki Allah kadına ve erkeğe özgürlük tanıyor. Evlilikte hiçbir baskıyı şiddeti kabul etmiyor. Aile büyüklerine sadece yol göstericilik, koruyuculuk görevi veriyor. Ayetlerden uzak yaşayan, Kur’an cahili hocaların arkasından gidenler ne yazık ki hiçbir ahlaka, hiçbir vicdana sığmayan işleri çocuklarına yaşatıyorlar.
Evliliği düşünmüyordum. Çünkü düşününce karabasanlar beynime çöküyordu. Etrafımda evlenecek kız bulamıyordum. İş yerindeki Duygu ile olan maceradan dolayı babam bir şey demiyordu ama annem ne zaman evleneceksin diye sorup duruyordu. Bir pazar günü yataktan geç kalktım. Öğleye doğru kitabevine gidecektim. Kahvaltı yaptım. Avluda oturmuş çay içiyordum. Yaz günü olduğu için annem ve kardeşlerim tarlaya gitmişti. Evde kimse yoktu. Kapı açıldı. Şimdiki eşim Dayımın kızı ve kardeşi içeriye girdi. Ben onları üç dört sene önce Almanya’ya giderlerken İstanbul’a kendim götürmüştüm. O zamanlar çok küçüktü. Şimdi ise on dört yaşına gelmiş, serpil genç bir kız olmuştu. Annemi yani halasını sordu: Yoklardı! Ben yok deyince sonra gelelim diye gittiler. Ben de zaten işe gidecektim benden başka kimse yoktu. Meğer gece dayım gelmiş. Dayımı çok severdim. Benden 10 yaş büyüktü. Ben o zamanlar 23 yaşlarındayım. Dayım 33 yaşlarında! Almanya’dan geldiğinde sanki abi kardeş gibi birlikte gezerdik. Hatta öyle ki! Gelir gelmez bana uğrardı. Demek ki; başka işleri çıkmış. Bir seferinde daha kapıdan girer girmez anneme “Mehmet nerede?” deyince annem çok fena bozulmuş, “Taaa Almanyalardan geliyorsun. Nasılsın abla diye bana sormadan oğlanı mı soruyorsun?” demişti.
Dayımın kızları halalarını sorup gittiler ama benim aklım kalmıştı. Hemen kalkıp önce dayımın evine gittim. Biraz sohbet ettik. Amacım dayımın kızını bir daha görmekti ama yoklardı. Evlenmek için etrafımda kız arayan ben artık evleneceğim kızı bulmuştum. Kafama koydum. Arada henüz aşk, sevgi yok ama ben dayımın kızıyla evleneceğim diye kendimi hedefledim. Çünkü etrafımda evlenmek için güveneceğim bir kimse yoktu. Dayımın kızı benim gibi çok okurdu. Dayım disiplinliydi. Aile olarak birbirimizi iyi tanıyorduk. Artık kafamda biri vardı. Kimseye söylemeyecektim. Hatta kıza bile söylemeyecektim. Hayatın akışına koyuverdim. Nasipse olaylar kendi kendine gelişirdi.
O yıl yaz tatilinden sonra tekrar Almanya’ya gittiler. Giderken birlikte yola çıktık. Ben Eskişehir’de imtihana girecektim. Eskişehir’e kadar birlikte gidecektik. Kıza hiçbir şey demedim. Aileye hiçbir şey demedim. Kimseye hiçbir şey demedim. Hatta anlaşılmasın diye baya mesafeli ve normal davranıyordum. Zaten benden dokuz yaş küçüktü bana abi diyordu. Benden okumak için kitaplar alıyordu. Kütüphanemden birçok kitap vermiştim. Eskişehir’de onları uğurladım. Bir ara aklına kar suyu düşürmek için söylemeyi düşündüm ama vazgeçtim. Çünkü daha çocuktu ters tepki doğabilirdi. Bana olan saygısı sevgisi kaybolabilirdi. Çünkü beni abisi olarak çok severdi.
Akrabalık evliliği tehlikelidir. Bir yandan evlilik düşleri kuruyorum diğer yandan akrabalar arasında evlilikleri araştırıyordum. İslam dini açısından bir sorun yoktu. Sorun akraba evliliklerinde kan uyuşmazlığıydı. Bunun için kan testi gerekiyordu. Kan testi yapmamızda mümkün değildi.
Artık evlilik konusunu kafada şimdilik bitirmiştim. Her ne kadar kız kardeşlerim, annem bir şeyler buluyorsa da ben ilgilenmiyordum. Bazen önüme fırsatlar çıkıyor, hatta fırsatlar üzerime geliyordu ama kafada farklı şeyler olunca ilgilenmiyordum. Günler böyle geçerken dayımdan 1976 yılında bir mektup aldım. “Mehmet bu sene memlekete kesin dönüş yapabiliriz. Ben dönmeden gel seni Almanya’da gezdireyim.” Ortağımla konuştum. Bir şey demedi. Yazın izne çıkarken dayım Almanya ile ilişkisini kesip gelecekti. Ben böyle anladım. Pasaportumu aldım. Pasaportla Almanya dövizini aldım. Eskişehir’e gidip öğrenci belgesini aldım. Temmuz ayının sonlarına doğru Almanya’ya uçtum. Dönüşte karayolundan dönecektik. Almanya’nın Hamburg şehrinin Pinneberg ilçesinin Utersen köyünde kalıyorlardı. Dayım eni havaalanından aldı. Birlikte bir ayı aşkın Almanya’da kaldık. Çocuklarla birlikte gezdik dolaştık. Ben yine hiçbir şey demiyorum. Normal akraba çocuğu olarak aile içinde bulunuyorum. Kimseye bir şey çaktırmıyorum. Dayımın kızı 16 yaşına girmiş iyice albenili olmuştu. Kendi kendime iyi ki evlenmek için hedefledim diye düşünüyordum. Hedeflemek farklı bir olgu olarak kalpte sevgiler doğuruyor. Çünkü insan ister istemez hedeflediği eş adayı üzerine hayaller kurmaya başlıyor. Etrafın eş adayı bulmalarına karşılık ret cevaplarım onların “Ne o yoksa bir mi var?” sorgularını doğuruyordu. Bense hep yok deyip geçiştiriyordum. Ama içimde duygular oluşmaya başlamıştı. Artık eş adayım olan dayımın kızına âşık olmuştum. Ama bu aşk birden bire çarpılma şeklinde değil, yavaş yavaş olgunlaşarak gerçekleşmişti.
Dönüş zamanı gelmişti. Meğer dayım kendisi geri dönecek yengemi ve çocukları Türkiye’de bırakacakmış. Mesele kızlardı. Almanya kız çocuklarını o dönemler diğer Alman kız çocukları gibi eğitime almak istiyordu. Dayımsa dindardı. Kız çocuklarının mayolarla havuzlara gitmesini istemiyordu. Alman kızları gibi soyunarak beden dersleri görmesini istemiyordu. O dönemler Türkler Almanya’da etkili değillerdi. Sonradan etkili olmaya başladılar, bazı ayrımlar sağladılar. Ancak o dönemlerde Almanya Türkler için henüz benimsenmiş bir ülke değildi. Hemen herkes belirli bir süre çalışacaklar sonra döneceklerdi. Neredeyse herkesin hesabı kitabı öyleydi. Çoğunun çocukları zaten Türkiye’de idi!
Almanya’da fazla bir yere gitmeden Hamburg’u iki defa gezdik. Birincisinde dayımla ikimiz, ikincisinde hepimiz. İlk defa orada yılan balığı yedim. Hamburg limanının etrafında kurulan halk pazarında yılan balığı gördük. Dayım şakasına “Alayım yiyelim mi?” dedi. Yengem çekimser. Çocuklar meraklı! Ben ise tedirgin idim! Yengem “Ben dokunamam!” deyince, dayım ben yaparım deyip aldı. Kendisi temizledi, yüzdü, yılana benzemeyecek şekilde doğrayarak kızarttı. Gerçekten lezzetliydi ama yılan balığı olduğunu bildiğimiz için çekine çekine yemiştik. “Bir daha mı asla yemeyiz.” diyorduk.
Bir pazar günü dayım “Gel süt almaya gidelim.” dedi. Arabaya on kiloluk iki bidon aldı. Yengem market sütünü istemiyordu. O yirmi kilo süt aldırır, peynirini, yoğurdunu kendisi yaparmış. “Nereden alacağız?” “Çiftlikten!” Dayımın yaşadığı Utersen köyü köyden çok gelişmiş bir şehre benziyordu. Küçüktü ama çevresinde dört fabrika vardı. İlk şaşırdığım şey gelişimin ikinci günü markete alış veriş için çocuklarla çıkmıştık. Sokaklarda kimse yoktu. Yıl 1976, yollar harika! Asfaltlar çok düzgün! Yollarda, motor, bisiklet, yaya yerleri ayrılmış. Trafik yol işaretleri tastamam! O dönemlerde bizim şehirlerde bile böyle şeyler yoktu. Almanya’nın Utersen köyünde vardı. Neredeyse 30 kilometre yol gittik. 20 kilo süt almak için 30 kilometre gitmek baya masraflı! Yol uzadıkça soruyordum: “Neden bu kadar uzaktan alıyorsunuz?” “Sütleri çok iyi oluyor.” Yolda giderken arada bir büyük fabrikalar görüyorum. Ancak yol kenarında değil, dağların yamaçlarında! Tarlalara, bahçelere dokunulmamış. Fabrikalar yan yana değil! Neredeyse her fabrikanın arasında yedi sekiz kilometre var. Türkiye’deki gibi sanayi alanı yapıp her şeyi oraya doldurmamışlar. Hava, toprak, su kirliliğini düşünerek dağıtmışlar. İktisat okuduğum için bana değişik bilgiler kazandırıyordu. Nihayet sağ tarafımızda yol tarafı duvarlarla çevrili büyük bir çiftliğe geldik. Çok büyüktü. Sanıyorum 20-30 dönüm falan vardı. İleride otlayan inekler görünüyordu. Çiftliğin orta kısmında şato gibi bir ev, iki yüz metre uzağında yola doğru büyük bir depo vardı. Çiftliğin kapısında durduk. Dayım zile bastı! Zilin hoparlöründen “Kim o! Ne istiyorsunuz?” diye soruldu. Tabi Almanca! Ne diyor diye ben dayıma soruyorum, dayım bana söylüyor. “Süt alacağız!” Şato gibi yerden bir sarışın bayan çıktı. Sanırsın ki artist! Uzun boylu incecik! Kısacak mini etekli! Bize doğru geldi. Dayın ona bidonları verdi. Bidonlarla depoya gitti. Sanıyorum on dakika falan sonra ittirmeli bir arabaya bidonları koymuş geliyor. Gelenin aynı kadın olduğunu gelince anladım. Üzerine tulumu geçirmiş, çizmeleri çekmiş, ellerinde eldiven, başında örgü bere, gözlerinde gözlük. Parayı aldı sütleri verdi. Dönerken düşünüyorum. Bir bizim köylü hayvan üreticileri, bir Almanya’nın hayvan üreticileri! Bir bizim köylüler, bir Almanya’nın köylüleri! Eminim o kadın depoya girdiğinde üstünü değiştirebileceği bölüme girdi. Üstüne tulumu, ayaklarına çizmeyi, ellerine eldiveni geçirdi. Gözlerine gözlüğü taktı. Saçım düşmesin diye başına bere! Makine ile inekleri sağdı! Hijyen dersen hijyen! Disiplin desen disiplin! Şatosunda sosyete, deposunda hayvan üreticisi! Yıl 1976, savaştan çıkalı 30 yıl olmuş. Ya Türkiye! Hâlâ aynı konumda değil! Kemalistler batının yaşam biçimini alırken, sanayiciliğini, çiftçiliğini, disiplinini, temizliğini almamış. Üç buçuk sosyete oluşturmuş, batının bütün pislik yaşamını topluma örnek kılmış.
Nihayet dönüş için Utersen’den yola çıktık. Almanya’yı, Avusturya’yı geçtik. Yugoslavya’da benzin azalmaya başladı. Aracımız Volkswagen bir minibüstü. İçi tıklım tıklım eşya doluydu. Araçta altı kişi vardık. Benzin azaldığı için dayıma benzin alalım diyorum. Alırız alırız diyerek Bulgaristan’a girdik, benzin kırmızıda! Bulgaristan’a girişten, Edirne’ye iki üç saatlik yolumuz var. Dayıma dedim “Al artık benzin!” Bulgaristan girişinde bir benzinlik, benzinlikteki Bulgar hem eliyle gel diye işaret ediyor, hem “Komşi komşi gel!” diyor. Benzin almak için yanaştık. “Benzin kaç para?” “Bir leva!” “Levamız yok!” “O zaman bir Lira!” “Bizim levamız, liramız yok, bizde mark var.” Demez mi “Bir leva altı mark!” Hayda! Almanya’da benzin doksan fenik, Avusturya’da bir mark, Yugoslavya’da bir mark, Bulgaristan’da altı mark! Neden? Aynı dönemde bir mark 4,5 lira! Mecburen beş litre benzin alıp 30 mark verdik. Altı marka alabileceğimiz benzini otuz marka aldık. Eğer liramız olsaydı beş liraya alacaktık. Biz otur mark verdik. Otuz mark 135 lira yapıyordu. Yani biz beş liraya alabileceğimiz benzini 135 liraya aldık. Neden? Çünkü o dönemler Bulgaristan’ın batıyla ilgisi yok. Bulgaristan Rusya’ya bağlı komünist bir ülke! Türkiye ile sınır ticareti yaptıkları için paralarını lirayla eşitliyorlar ama Almanya ile ilişkileri yok. Onun için Alman markına önem vermiyorlar. Bu olayı yaşayınca döviz fiyatlarıyla ilgili bütün bilgilerim altüst oldu. İktisat okuyorum. Bu olaya kadar ülkelerin para değerleri ekonomik gücüne bağlı diye öğreniyorduk, biliyorduk. Değilmiş! Ülkelerin paraları siyasal bağlantılara göre değişiyormuş. Türkiye batıya bağımlı dolasıyla batı paraları Türkiye’de değerli! Ekonomiyle alakası yok. Siyasi bağımlılıklarla alakası var. Tabi sonraki bilgi edinmelerim çok farklı noktalara geldi. Mesela bugün değeri en yüksek paralar Arap paraları! Hâlbuki Araplar Amerika’ya bağlı! Ancak ihracatları çok fazla, ithalatları çok az. Dolasıyla ellerindeki dolarlar zibil! Hiçbir değeri yok. Onun için Türkiye’ye gelip savurup duruyorlar.
Türkiye’ye geldik. Ben çantamı yol üzerinde alarak eve doğru geldim. Dayım kendi evlerine gitti. Aramızdaki mesafe yarım saat yürüyüş mesafesi! Yoldan geldik. Yıkandım, temizlendim, önce çalıştığım kitabevine gittim. Akşamüstü dayımlara uğradım. Dayımın o günkü evi iki odalı gece konduydu. Önüne yeni ev yapılacaktı. Ev yapılan yer bahçe halindeydi. İki odalı ortasında bir hol! Yaz günü! Konu komşu, köyden kentten hoş geldin demeye gelmişler. Odanın birinde kadınlar, diğerinde erkekler. Erkekler tarafına geçip iki kapıyı görecek bir yere oturdum. A bir de ne göreyim. Mahalleli bir delikanlı benim evlenmeyi hedeflediğim kıza bakıp duruyor. Sinirim tepeme çıktı. İşim var deyip ayrıldım. Evime geldim. Kıza bir mektup yazdım. O ana kadar duygularımdan, evlenmek istediğimden kimseye söz etmedim. Mektubu yazdıktan sonra benden küçük evli olan kız kardeşimin evine gittim. Zaten kız kardeşim kızın ablası yaşında! Evli barklı kadın! Kocası bizim yanımızda büyüyen halamın oğlu! Durumu ikisine anlattım. Mektubu kardeşime verip, kıza vermesini, cevabını almasını söyledim. Kardeşim ertesi günü gidiyor, kızı tenhada yakalıyor, mektubu veriyor. Tabi şaşkınlık! Kardeşim illaki cevap isteyince “Babam bilir.” demiş. Bu cevap bana yetmişti. Mektup olayını daha sonra bazılarına anlattığımda “Ulan mektupla kız mı istenir? Evlilik mi teklif edilir?” demişlerdi. Ancak daha düzgün, düşünerek, tane tane ancak mektupla anlatılır. Belki kızla konuşma imkânım olmayacak, belki ters bir şey olacak, belki başka şeyler. Zaten mektupta “Eğer kabul etmezsen, mektubu yırt at, bu teklifi unut! Zaten hiç kimse bilmiyor. Öylece kalır.” demiştim. Ancak babam bilir cevabı harekete geçmem gerektiğini söyledi. Çünkü mahallenin delikanlısı baya ilgileniyordu ne olur ne olmaz hemen olaya dâhil olabilirdi.
Aynı gün akşam kardeşimin evine gittim. “Babam bilir.” cevabını öğrenince hemen eve gelip anneme babama “Bana dayımın kızı Zeynep’i isteyin!” dedim. Anam “Olmaz!” dedi babam, “Sus kız, oğlum istediğini alır. Git kardeşinden iste!” deyince anam diretti. “Onlar katlı apartman yapıyor. Yarın dairenin birine yerleştirirler. Benim arıma dokunur.” deyince babam köpürdü. “Arından başlatma bana! Oğlum beğenmiş istiyor. Bizim görevimiz istemek. Yarın ne olacak ne bilelim? Kalk durma git kardeşinle konuş.” deyince anam hazırlanmaya başladı. Kitapçı ortağımın motosikleti vardı. Onu almıştım. Annemi arkasına bindirdim dayımın evine bıraktım. Dönüşte kendisi gelecekti. Böylece isteme başladı, 45 gün nazlanma, süründürme arkasından mendili kaptık. Öyle adetlerle değil, iki ayaküstünde söz kestik. Yüzük falan takmadık. Ben zaten bekârken de hep gümüş yüzük takardım. Millet evli veya nişanlı zannetsin diye! Ertesi günü altın bir yüzük alıp kıza takmak istedim ama babası dayım izin vermemiş. Dayım o yıl aileyi bırakıp kendisi Almanya’ya döndü, giderken “Seneye düğün yapmaya yapalım.” dedi.
Bu olayda babamın arkamda duruşu çok hoşuma gitmişti. Anama kalsaydı ar meselesi yapıp istemeyecekti. Anadolu insanını bazen anlamak güç! Daha gelecek gelmeden şöyle olur böyle olur diye içlerindeki kibri ortaya çıkarıyorlar. Anam kardeşim apartman dikecek, bizim yok, ya bir dairesini verir oturturlarsa biz ne yaparız, gururumuz elden gider diye düşünüyor. Babam bu konularda toleranslı davranıyor. Toplumsal yargılar ne kötü! Gelin kayınpederinin evinde yaşarsa sorun yok, damat kayınpederinin evinde yaşarsa sorun çıkıyor. Söze gelince kız gelin giderken, alanlar kızımız diye alıyor. Kız evi kızı verirken bir oğul aldık diyor. Ancak gelenekler var. Gözü kör olası gelenekler. Geleneklerin tanrısı var. El âlem tanrısı! El âlem ne der? El âlem tanrısına uyarak hayatlar biçiliyor. Allah’ı dinleyen yok. Üzerinden 46 altı yıl geçen evliliğimiz böyle başladı. İki kız büyük, iki oğlan küçük dört çocuğumuz var. Şükür! Bir ömür. İyi kötü!
Evlenirken de evlilik hayatında da eğer gelenekleri takmıyorsanız, el âlem ne der demiyorsanız her şey yolunda gidiyor. Evlilikleri dalgalandıran gelenekler, ailelerin tutum ve davranışları! Annelerin babaların aile üzerinde egemenlik kurma çalışmaları. Özellikle oğlan tarafı kadınlarının kız üzerine egemenlik kurma çalışması! Evlilikleri rayından çıkarıyor. Biz çocuklarımızı evlendirdik, onlar bir aile kuracak, karı koca ömür boyu özgürce yaşasınlar demiyorlar. Her fırsatta evliliğe maydanoz olmaya çalışıyorlar. Çok kitap okumanın getirdiği bilinçle eşimle evlendiğimiz ilk günler karar verdik. “Evliliğimize asla aileleri karıştırmayacağız. Tamam, sevelim, sayalım ama üzerimizde egemen olmalarına izin vermeyelim! Biz kendi sorunlarımızı kendimiz çözelim!” Benim tecrübelerim hep bu yöndedir. Karı koca arası birbirinin yüzünden bozulmaz. Karı koca arası annelerin babaların, kardeşlerin yüzünden bozulur. Neredeyse hepsi kendi içlerinde başaramadıkları egemenlik ihtirasını, evlenenler üzerinde kurmaya çalışırlar. Kendileri evlense bile, kendilerine bakmaz, kardeşlerinin evliliklerine bakıp karıştırmaya çalışırlar. Bu ahlak ne yazık ki Anadolu halkının genel ahlakıdır. Ne zaman karı koca olan taraflar, ailelerin gıdı gıdılarına kulaklarını tıkayıp dinlemediler. Ne zaman karı koca başkalarının dediklerine kulak asmadı. Ne zaman karı koca kararları hep kendileri alıp, başkalarının kararlarını hayatlarına egemen kılmadılar. O zaman evlilikler çok güzel yürür. Çünkü evlikleri bozacak mikserler saf dışı bırakılmıştır. Mikserler saf dışı bırakılınca evliliği karı koca özgür bir şekilde yürütür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder