27 Kasım 2022 Pazar

Babam ve Ben 21

Babam, ben ve halamın oğlu Selim! Bayramda köye gitmek için yola çıktık. Mevsim kış! Eskiden Isparta’nın kışları çok fena olurdu. Hatırladığım çocukken dizlerime kadar kara battığımızdı. Kış günü gelen Ramazan aylarında gece davulcuyu seyretmek için sobasız buz gibi olan yattığımız odadaki yataklarımızdan kalkardık. Etraf takır takır soğuk olurdu. Penceremiz buzlarla kaplanmış olurdu. Dışarıyı görmek için hohlayarak buzlanan camlardan delikler açardık. Henüz evimizin önüne avlu duvarı çekilmemişti. Davulcu davul çalıp, maniler okuyarak sokaktan geçerdi. Davul sesini duyar duymaz yataklarımızdan fırlardık. Buzlu camlarda açtığımız deliklerden davulcu amcayı seyretmek her gece sıradan işimizdi. Annem çoktan kalkmış, kuzine sobayı yakmış, hamur işleriyle bir şeyler hazırlardı. Ben annemin her ramazanda bu kadar hamarat olmasına şaşardım. Bıkmadan usanmadan her gece saat iki veya üç sıralarında kalkar, hamur yapar, sahur için börekler, katmerler pişirirdi. Günlük, taze taze! Undan yapılan bulamaç çorbası zaten hazırdı. Biz o zamanlar çayla kahvaltı bilmezdik. Çay sadece akşamları misafir gelince misafirlere pişirilen lüks bir ikramdı. Öyle kendimiz keyif için çay demleyemezdik. Daha sonraları elim para kazanmaya başlayınca anneme yalvar yakar sabahları çayla kahvaltı edelim, çayı ben alacağım diye ikna etmiştim. Annem yalvarışlarıma “Çayla kahvaltı mı olur? Adam gibi çorbanı iç!” derdi. 

Babamın köyü Çobanisa’ya gitmek için önce Isparta’nın ilçelerinden biri olan Eğirdir yolu üzerindeki Büyük Findos (Şimdiki adı Büyük Gökçeli) köyüne küçük bir minibüsle gitmeliydik. Çünkü Çobanisa köyüne hiçbir araç gitmiyordu. Şimdiki gibi köylülerin arabaları bile yoktu. Akşam ezanlar okunurken hareket eden Büyük Findos minibüsleri şimdiki Isparta’nın halı sarayının oradaki garajdan kalkardı. Eskiden şehirlerarası otogarı yoktu. Garaj dediğimiz otobüs veya minibüslerin durduğu garajlar vardı. Oradan otobüsler şehirlere, minibüsler köylere giderdi. Bazı köylere ise üstü açık kamyonlar insan taşırdı. Akşam ezanları okunurken Büyük Findos minibüsü hareket etti. Minibüsün içi tıka basa insan dolu! İnsanlar üst üste binmiş gibiydi. Minibüsün kaloriferleri yoktu. Kapılar ve camlar kapanınca minibüs insanların nefesleriyle ısınıyordu. Hani bir de sigara içen olmasa iyi olacaktı ama insanlar umarsızca sigara içiyor, minibüsün için dumandan görünmüyordu. Arada bir camlar açılarak minibüs havalandırılmasına rağmen duman altı oluyorduk. 

Minibüs bir saat yolculuktan sonra Büyük Findos’a giriş yaptı. Aslında bugünkü araçlarla yaklaşık yirmi beş dakikalık bir mesafe! O günkü araçlar kilometre yapmıyor ki! Çocukken hatırlarım. Mahallemizde anamın köyünden bir şoför oturuyordu. Kamyon şoförlüğü yapıyordu. Akşamları evde olduğu zamanlar bazen bize gelir, avcılar misali, yol hikâyeleri anlatırdı. Şuna inanıyorum: Uzun yol şoförleri özellikle kamyon şoförlerinin yol hikâyeleri avcıların av hikâyelerinden beterdir. Şoför komşumuz bir gün ne kadar hızlı gittiğini anlatmak için şöyle diyordu: “Hasan abi yola bir çıktım. Kırk elli, kırk elli üç saatte varıverdim.” Anlatmak istediği kamyonuyla süratli bir şekilde gittiğiydi. O zaman ki kamyonlar en hızlı saatte elli kilometre gidiyordu. Tıka basa dolu minibüs! Üste eşya dolu, içi insan dolu! Sürati ne olabilir? En fazla kırk kilometre! 

Büyük Findos köyünde minibüsten inince köye gitmek için bir buçuk saat dağ yolu var. Findos köyü ile Çobanisa köyü arasında paralel iki dağ sırası var. Gece karanlığında Findos köyünün güneye dağa bakan kısmından dağa çıkmaya başlıyoruz. Patika bir yol. Her türlü engebe var. Yağmur hafif yağıyor. Şemsiye yok. Sucuk gibi ıslanıyoruz. İleride başımıza neler gelecek belli değil. Sırtımızda köye götürmek için aldığımız eşyalar. Ben ilkokuldayım, Selim ortaokul birinci sınıfta! İki küçük çocuk ve babam! Köy yollarındayız. Hani ay veya yıldızlar aydınlığında bir gece dağ yürüyüşü olsa zevkli olur. Ancak hava bulutlu, ortalık zifiri karanlık, yağmur yağıyor. Arife günündeyiz. Yarın Ramazan bayramı olacak. Findos köyüne bakan birinci geçidi açtık. Köy aşağılarda ufacık görünüyordu. Ancak karanlıkta dumanların arasında terk edilmiş köy gibiydi. Babamı tanıyan bazı köylüler, “Hava çok kötü. Bugün burada kalın, yarın gidersiniz.” dediyse de babam “Yolcu yolunda gerek!” diye kabul etmedi. Tabi o büyük. Benim gibi ilkokul çocuğunu düşünen yok. İki dağın arasındaki mesafe kısaydı. Çobanisa ve Bademli köyünün tarlalarına bakan dağın geçidine geldik. Yağmur iyice hızlanmıştı. Öyle ki bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Artık üzerimizde elbise var yok hiç fark etmezdi. Sanki su içinde yüzüyorduk. Çobanisa köyü iki dağ sırası arasında vadideydi. Yeterli suyu yoktu. Buna rağmen insanlar çobanlık yaparak yaşamını sürdürüyordu. Isparta tarafına bakan Hacılar köyü ile köyümüz arasında su kavgaları vardı. Hatta çobanlar arasında yayla kavgası da vardı. Onun için köye Hacılar köyü üzerinden değil, Eğirdir tarafındaki Findos köyünden gelir giderdik. Aslında Hacılar köyü üzerinden gelip gitmek daha kolaydı. Politikacılar her seçimde Hacılar köyünden dağların sırtına döşenmiş borularla köye su getirirler, seçim bitince Hacılar köyüne ait çobanlar boruları kırarlardı. Şimdi durumlar değişti. Köy adeta Isparta Davraz Kayak Merkezinin popüler giriş kapısı oldu. 

Köyümüzün vadisine girdiğimizde yağmur daha çok arttı. Ortalık zifiri karanlık! Artık nereye bastığımız bilmiyoruz. Bazen taşa, bazen çamura, bazen belimize kadar gelen sulara gömülüyorduk. Birkaç defa suyun içine düştüğümü hatırlıyorum. Geçitle köy arasında yaklaşık yarım saatte alınacak bir mesafe vardı ama normal şartlarda. Köye doğru giderken sağımızdaki dağlarda çobanlar vardı. Köpek ulumaları geliyordu. Kokumuzu alan köpekler arası bize doğru havlayarak koşturuyorlardı. Biz köylüydük. Köpeklerden korkmazdık. Beyaz kocaman çoban köpekleri gerçekten ürkütücü oluyordu. Bin bir güçlükle vadiyi aşarak köye giriş yaptık. Yağmur hâlâ bardaktan boşanırcasına yağıyor. Dedemin evine girdiğimizde bütün vücudumuz ıslaktı. Dedeme giderken yol üzerindeki amcamın kapısını çaldık. Dedeme gittiğimizi söyledik. Amcam “Ben geliyorum siz gidin!” diyerek arkamızdan geldi. Dedem yanan ocağa çalıları atmaya başladı. Üzerimiz değiştirmek için sonradan aldığı nenem bir şeyler verdi. Arka odada üzerimizi değiştirdik. Kuru elbiselerle yanan ocağın karşısına oturduk. Islak elbiselerimizi de ocağın etrafına astık. Biraz sonra elinde bir et parçasıyla amcam geldi. Dedem hemen tereyağını istedi. Tavanın içinde bol tereyağında kavrulmuş keçi etini yemeye başladık. Bol tereyağı içinde kavrulmuş keçi eti gerçekten çok güzel oluyordu. Birden bire kendimize gelmiştik. 

Dedem sinirli bir adamdır. Düzen düşmanıdır. Amcam büyüyüp hafız olunca köyün imamı olmuş. Tabi paralı imam değil. Zaten o dönemlerde köylüler paralı imamların ardında namaz kılmazlardı. Annemin köyü olan Sav köyünde de paralı imamlar yoktu. Düzen zamanla oraları da ele geçirdi. Köylerde halk imamlık yapacak kadar bilgiye sahip olurdu. Hatta şimdi ki imamlardan daha bilgili olurlardı. Tabi ilim olarak değil, Kar’an’ı Arapça yüzünden okumak olarak bilgi sahibi olurlar, şimdiki camilerde kılınan namazlarda neler yapılıyorsa alasını bilirlerdi. Halkın yaşlıları imamlık yapar, gençleri müezzinlik yapardı. İmamlığı da daima biri yapmazdı. Ön safta bulunan yaşlılardan biri nafile namazdan sonra öne geçer imam olup farz namazı kıldırırdı. 

Dedem Said Nursi’nin arkadaşlarındandı. Çoban Ahmet diye Said Nursi’nin hatıralarında yadettiği biriydi. Ancak dedemin kültürüne baktığım zaman çok farklıydı. Evinde Osmanlıca tefsir, Buhari’nin hadis kitabı ve bazı fıkıh kitapları vardı. Hepsi Osmanlıcaydı. Köylüye göre hocaydı. Köyün çocuklarına Kur’an okutur. Bazılarını hafız yapardı. Nitekim amcam Nebi’yi hafız yapmıştı. Sonradan kayınpederim olan dayım Mustafa’yı da okutmuş. Çünkü annemin babasıyla babamın babası Nurculuk nedeniyle sıkı arkadaşmışlar. Zaten annemle babamın evlilik hikâyesi de oradan başlıyor. Annemin babası Sadık dedem müthiş bir marangoz! Hani köylerdeki oymalı kapılar, dolaplar, yüklükler, tavanlar, pervazlar var ya; dedem o tür şeyleri çok iyi yaparmış. Eli boş olduğu zaman civar köylere ev yapmaya gidermiş. Babamın babası Ahmet dedem ile de öyle tanışmışlar. 

Köyde istiklal savaşından kalma çok gazi vardı. Çoğu Mustafa Kemal’i ve İsmet’i tanırdı. Mustafa Kemal’e kör, İsmet’e sağır derlerdi. İkisinin kâfir olduğuna inanırlardı. Hiç sevmezlerdi. Ertesi günü sabah kılınan bayram namazı için camiye gittiğimizde köyün yaşlıları öne dizilmişler cezbeleniyorlardı. Cezbelenmek şöyle bir şey! Kafada bir şeyleri kuruyorlar. Ya iyi ya da kötü! Ya dost ya da düşman! Şuursuzca haykırıyorlardı. Ön safta bulunan Ahmet dedem birden bire bağırmaya başladı. “Hoşt, hoşt, köpek defol!” Yanımda oturan Selim’e sordum. “Ne oluyor?” “Şu an karşısında Atatürk var onu kovalıyor.” demişti. Cezbelenmek adeta sara hastalığına tutulmuş insanlar gibi trans durumuna geçiyor. Titreyerek bağırmaya başlıyorlardı. Dedemin ardından diğer ihtiyarlar başladı. Bir taraftan Allah diye bağırıyorlar, bir taraftan hoş köpek diye bağırıyorlardı. 

Sabah namazından sonra amcam bayram hutbesini okudu. Bayram namazı kılındı. Bayram sonu köy âdeti millet sıraya girdi. Akranlar birbirine sarılarak bayramı kutladılar. Büyükler küçüklerin başını okşadı. Küçükler büyüklerin ellerinden öptüler. 

Sıranın başındaki kişi sırayla sona gidiyor. Sonda bekliyordu. Böylece camiye gelen bütün köylü bayramlaşmış oluyordu. Zaten o zamanlar evin bebek yaşındaki küçük çocukları ve dağlarda çobanlık yapan gençler hariç herkes bayram namazına geliyordu. Caminin yanında köy odası vardı. Erkekler bayram namazında iken kadınlar sofra hazırlar, sinilerle hazırladıkları sofrayı köy odasına getirirlerdi. Bayram sabahı köyün erkekleri namazdan sonra köy odasında birlikte sıkışarak sırayla sabah yemekleri yeniyordu. Adet biz köydeyken de aynı şekilde devam etti. Köy odasında sabah yemeğimizi yedik. 

Arife günü sabaha kadar yağmur yağmasına rağmen, bayram günü hava çok güzeldi. Güneş her yeri aydınlatmaya başladı. Hava soğuktu ama sıkı giyimliydik. Toprak güneş gördükçe kokusunu havaya salmaya başladı. Etraf müthiş toprak kokuyordu. Kuş cıvıltıları ortalı sarmaya başladı. Yemek yiyen caminin avlusundaki sıralara oturuyordu. Selim ile ikimiz biz de bir yere oturduk. Köyün yaşlılarından biri bana dönerek “Sen de kâfir okuluna gidiyor musun?” deyince şaşırdım. Kâfir okulu neydi ki? Selim’e sordum. “Kâfir okulu ne?” “Devletin okulundan söz ediyor.” Bunu duyunca “Gidiyorum!” dedim. Yaşlı amca sanki bir suçluyu yakalamış gibi hin gözlerle bakarak; “Söyle bakalım güneş neden tutulur?” diye sordu. Ona okulda öğrendiğimiz güneş tutulmasını toprakta çizerek anlatmaya başladım. Yaşlı amca suçluyu tespit etmiş gibi “Gördünüz mü? Nasıl kâfirlik öğretiyorlar. Oğlum güneş Allah’ın emriyle tutulur. İnsanları cezalandırmak, insanları uyarmak için tutulur. Güneş bir nurdur. Allah isterse o nuru söndürür, isterse yanmasına devam ettirir. Güneş, ay, yıldızlar birer nurdur. Allah’ın bize verdiği nimetlerdir.” “Yok, amca onlar dünya gibi bir gezegen!” “Sus kâfir! Dedene söyleyeyim de seni güzelce adam etsin!” Dünyanın düz bir tepsi, tepsinin öküzün başında olduğuna inanan, öküz başını salladıkça tepsinin sallandığına, tepsi sallanmasının zelzele (deprem) olduğuna inanan bir toplum! Osmanlının cahil bıraktığı, cahil hocaların eline teslim ettiği, küçük yaşlarda askere alınıp sarayın çıkarları için oraya buraya gönderdiği, oralarda öldürdüğü, sağ gelenlerin sakat olduğu bir toplum! Ne beklenebilirdi ki? 

Ben her zaman şuna inandım. Bütün iktidarlar, cahil, bağnaz, gerici, sorgulamayan, akıl etmeyen toplumlar istiyorlar. Bütün iktidarlar kendilerine bir put yaratıp, putla insanları korkutuyorlar. Osmanlı padişah halife putunu yaratmış. Türkiye Cumhuriyeti Kemalistleri Atatürk putunu yaratmış. Partiler lider putunu yaratıyor. Milleti korkutarak yönetiyorlar. Milleti cahil bırakarak yönetiyorlar. Hani günümüze akıl çağı, bilim çağı diyorlar ya vallahi yalan billahi yalan! Eskiden daha gazla günümüzde put var. Başta bilim putçuluğu, bilim adamları putları var. Putlar üretilmeden toplumlar hizaya getirilemiyor. Şimdiki çağa bakın! Aydınlık çağ putu üretip, insanları sermayeye köle yapmışlar. Sermaye düzenleri kuruyor, partilerini kuruyor, partilerine hizmetkârları olarak politikacıları atıyorlar. Sonra istedikleri yasaları çıkartıp işlerini yürütüyorlar. Televizyonlar, basın, eğitim, yayınevleri aracılığı ile yayınlanan kitaplar, dergiler hepsi Tanrı sermayedarlarının emrettiği Kapitalist, Laik, demokratik düzene (dine) tabi köleler olarak yaşıyorlar. Bence günümüzde bilim adamlarının teori, tez diye ürettikleri fantezi içeren palavralarıyla, geçmişteki cahil hocaların ürettikleri fantastik kurgulara dayalı hikâyelerin hepsi aynı! Değişen hiçbir şey yok. Birileri din adına diğerleri bilim adına yapıyor. 

Köy odası köyün kadınları tarafından temizlenir her an hazır bulundurulurdu. Köyün erkekleri köyün sorunlarını burada konuşur, burada karar verirlerdi. Bir bakıma köy odası köyün meclis binasıydı. Aynı zamanda köye gelen yabancı misafirler köy odasında ağırlanır, köyün kadınları köye gelen yabancıya ellerinde ne varsa pişirip gönderirlerdi. O zamanlar köyümüzde yabancıların parası geçmezdi. Köye geldiklerinde misafirlik süresince köy tarafından beslenir, köy odasında misafir edilirlerdi. Kapitalizm girince bunların hepsi kaybolup gitti. O zamanlar köye gelen bir yabancıyla hemen ilgilenilirdi. Şimdi ilgilenen yok. Yabancı bir şeyler sorarsa sanki lütfen cevap verilir hale geldi. Şimdiki köylerde öyle yabancı olarak bedava yiyecek içeceksiniz, köy odasında yatıp kalkacaksınız, köy gençleri sizi gezdirip dolaştıracak, bunları geçeceksiniz artık. Hani bazı köylerde varsa helal olsun derim. En azından benim bildiğim köylerde kalmadı. 

Ramazan bayramı üç gün, iki gün Çobanisa köyünde kaldık. Bu sürede bütün akrabaları dolaştık. Bayramda ellerini öpmemize rağmen bizzat evlerine misafir olarak da ellerini öptük. Yaşlılar, gençler, çocuklar geniş aile olarak hep birlikte yaşıyorlardı. Geniş aile içinde birlikte yaşayanlar mutlaka bir işin ucundan tutuyorlardı. Bayramın birinci günü atış yarışmaları yapıldı. Evlerin seyrek olduğu bölüme köyün gençleri, olgunları ve yaşlıları birlikte gittik. O zamanlar neredeyse köyümüzdeki her insanda tabanca vardı. Çobanlık yapan bir köyde tabanca tüfek olmaz mı? Bazılarında mavzer denilen güçlü tüfekler vardı. Ateş edildiği zaman köy çınlardı. Karşı dağdan yankılar gelirdi. Atış yerinde atılacak kayalıklar ya da ağaç dalları seçilir oraya ateş edilirdi. Neredeyse yarım gün süren atışlardan sonra millet birbirine ziyaretler için dağılırdı. 

Babamın dedesi Ahmet dedem akıllı bir adamdı. Bildiği şekliyle inanıyordu. O dönemde kâfir saydıkları devlete karşı mücadele eden Said Nursi’yi bildikleri için destekliyorlardı. Hiçbir mahkemesini kaçırmıyorlardı. Said Nursi Eğirdir İlçesinin Barla kasabasında yaşamaya başladığında sık sık gidip görüştükleri olmuştur. Ancak seksenli yıllarda Isparta’ya geldiği bir gün evime götürdüm. Beni de çok severdi. Kitapçılık yaparken İstanbul’daki sahaflardan Osmanlıca bir Kur’an meali bulmuştum. Evde dedeme kitabı verdim. Zaten Osmanlıcayı çok iyi okuyordu. Evinde Osmanlıca Buhari, Said Nursi’nin kitapları, tefsirler vardı. Dedeme “Dede bak bu Kur’an’ın dilimize çevrilmiş bir kitabı! Bence bunu okumalısın!” dedim. Eline aldı şöyle bir baktı! Birkaç sayfayı okudu. “Ben kitabımı buldum!” dedi. Ardından “Oğlum ben buralarda yaşayamam! Benim köyde kayalıklarım, ağaçlarım var. Bana izin ver. Ben bu kitabı alıp köyüme gideyim. Rabbimin kitabını oralarda güzelce okuyayım. Bugüne kadar bir sürü kitap okudum ama Rabbimin kitabını anlayarak hiç okumadım. İlk okuduğum sayfalar çok hoşuma gitti.” Evet, dedem özgürce yaşadığı dağ köyünden gelip, şehirde bir apartman dairesinde yaşayamazdı. Onu şehir merkezine götürüp köye gönderdim. Ne yazık ki dedem ben şehirde bir şirketi yönetirken, işlerimin çok yoğun olduğu bir dönemde hastalanıp ölmüş. Bize ancak öldükten sonra haber verdiler. Babam ise kardeşleriyle tutuştuğu miras kavgasıyla daha önceden dedemle arasını bozmuş. Hani miras meselesine girecek şeyler de ahım şahım şeyler olsa neyse! Duyunca çok üzülmüştüm. Hepsine ağzıma geleni söyledim ama neye yarar. Nedense herkes “Dünya malı dünyada kalır diyor ama dünya malı için her türlü pisliği yapıyor. Kardeşler düşman, babalar oğullar düşman, ana oğullar, ana kızlar birbirine giriyor.” Velhasıl dünyada kalan dünya malı dünyadaki nisanların canına okuyor. 

Ne yazık ki sahip olduğum Osmanlıca meali bulamadım. Köydeki bütün akrabalarıma sordum. “Dedemin son zamanlarında ona Osmanlıca bir meal vermiştim. Nerede?” Hiç biri bilmiyordu. Bu satırları yazarken aklıma geldi. “Acaba dedem ölürken bu kitabı benimle gömün demiş olabilir mi? Çünkü ben bu kitabı ölünceye kadar yanımdan ayırmam!” demişti. Belli mi olur, öldükten sonra da ayrılmak istememiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder