Babamdan bir şey istememeye yeminler ederek hayatıma yeni boyut kazandırmıştım. Yeminler etmeme neden olan olaylar şöyle başladı:
1966 yılının mart ayının son zamanlarıydı. Havalar bazen soğuk, bazen ılık, bazen karlı, bazen yağmurluydu. Ortaokul üçüncü sınıftayım. 1965-1966 eğitim döneminin ikinci yarısındayız. 15 yaşına girdim. Ekim doğumlu olduğum için 15. yaşımı 1966 yılının ekim ayında tamamlayacağım. Buluğ çağındayım. Sabaha karşı hamamcı oldum. Bize öğretilen örf, hamamcı olduğun zaman mutlaka gusül abdesti alacaksın! Abdest alınmadan yere basmak olmaz. Hatta kışın su bulamazsak, dışarda kar varsa eriteceğiz, dışarıda buz varsa eriteceğiz, erittiğimiz sularla gusül abdesti alacağız. Değilse cehennemde cayır cayır yanarız. Bu kültür nedeniyle geceleri çıkıp Isparta’nın o soğuk kış günlerinde avludaki çeşmenin altında çok gusül abdesti almışlığım vardır. İnsanı çelik gibi yapar. Bunun çok faydalarını gördüm. Hâlâ daha normal banyoların ardından soğuk suyla yıkanır çıkarım. İnsanı dik ve dinç tutuyor. Uykuya dalmışım, okula giriş saatini geçirmişim. Yaklaşık iki saat okula geç gideceğim. Bakalım ne olacak? Bizim yattığımız odada soba yoktu. Odamdan çıkınca sonradan yaptırdığımız avlunun köşesindeki yeni odaya halı kurulmuştu. Orada mahallenin kadınlarıyla birlikte annem ve kız kardeşlerim halı dokurlardı. Sabahın erken saatlerinde gelmişler. Gusül abdesti alacağım yer babamın ve annemin yattığı sobalı olan odadaki gusülhaneydi. Çünkü her yer aydınlanmış, evimize halı dokumak için komşular gelmiş, annem ve kardeşlerim ayaktaydı. Anadan üryan çıkıp avludaki çeşmenin altında gusül abdesti alamazdım. Hava soğuk. Annem babam çok erkenden kalkmış, babam kahvaltısını yapıp gitmişti. Sobada hafif sıcaklık vardı. Kapağı açtım baktım içindeki ateş sönmüş. Sobaya birkaç odun attım. İspirto şişesini elime alıp odunların üstüne dökmeye başladım. Meğer külün altında közler varmış. Közlerin buharlaştırdığı ispirto birden bire patladı. Patlayan alevler ellerimi yüzümü yaktı. Can havliyle geriye düştüm. Bereket elimdeki şişe patlamamıştı. Eğer şişe patlasaydı odada büyük yangın çıkardı. Sadece ocağa döktüğüm ispirto ve buharlaşan sobanın üstündeki ispirtolar patlayarak parladı. Ben sırt üstü yere düşünce ateş sönmüştü. Her tarafım yanıktan acıyordu. Kalktım avluya çıkıp halı dokunan odanın kapısını açtım. “Ben yandım beni hastaneye götürün!” dedim. Annem sanki dalga geçiyormuşum gibi umarsız yüzüme bakıyordu. Halı dokuyan komşumuz Âlime yenge “Kız çocuk yanmış. Hemen birini bulalım da hastaneye götürsün.” deyince annem uyandı. Annem öyle çoğu kadınlar gibi ortalığı velveleye veren biri değildi. Sol tarafımızda bizim evden sonraki evde sıvacılık yapan Şakir amca vardı. Halı odası yapıldığında sıvasını o yapmış, karısı da bizim evde halı dokuyordu. Hemen kocasına koştu. Kocası bisikletle beni babamın işyerine, oradan hastaneye götürdüler. Hastanede yanıklara bakan hariciye ya da cildiye doktoru yok. Bana o zamanların Isparta devlet hastanesindeki meşhur doktorlarından dâhiliye doktoru Şener Bey baktı. Ben konuşmalardan anlıyorum. Yanıklar kurumaya başladıkça sızlama artıyordu ama bilincim yerindeydi. Doktor beni hemen hastaneye yatırdı. Hemşire önce iğne vurdu. Sonra yüzümün tamamını sarı bir merhemle sıvadı. Ellerimdeki yanık yerlerini de aynı kremle kremleyerek sardı. Siz siz olun yanık olayı olduğunda sakın sardırmayın! Yüzüm o kadar çok yanmasına rağmen açıkta oksijen alarak iyileştiği için hiçbir iz yok. Ellerimin bilek kısımlarında ise yanık izleri var. Yanıklar sarılınca oksijenle teması kesiliyor. Oksijen alamayan yaralar genelde iz bırakarak iyi oluyor. Ben hep öyle inandım. Belki yanılıyorumdur. Yüzüm tamamen yanmasına rağmen hiçbir iz yok. Doktorum Şener Bey’e hep dua etmişimdir. Çünkü o kadar yanmış bir halden hiç yanık izi olmadan çıkmam büyük bir başarıydı.
Vurulan iğne beni benden geçirmiş. Kendime geldiğimde yüzüm şıpır şıpır sulanıyor. Her tarafım sızlıyor. Annem babam komşular başımın ucunda beni ziyaret gelmişler. Aralarında konuşuyorlar. Komşu kadınlar “Çocukta yanık izi kalmasa bari! Gepegenç çocuk! Geleceği mahvolur.” diyorlardı. Babam “Yanık izi kalsa bile doktor doktor gezerim oğlumu yine tedavi ettiririm.” diyordu. Babamın bu sözüne güleceğim ama gülünce sızılar artıyor. Özellikle dudaklarımın etrafındaki yaralar iyice sızlıyordu. Onun için gülemiyordum. Güleceğim diyorum çünkü babam normal hastalıklarda bile beni hastaneye götürmezdi. Öyle estetik ameliyatları yaptıracak nerede? Zaten fakirliğin dibini yaşıyoruz. Köyden, bağdan, bahçeden bir şeyler gelmese mahvolmuştuk. Evdeki işlenen halılar zaten evin borcuna gidiyordu. Neyse! Şükür bileklerimin dışında yüzümde hiç iz kalmadı. Bileklerimdeki izler de sadece gösterirsem görünüyor.
Bir ay hastanede yattım. Hastanede yatmak sorun değildi. Her gün sabah akşam iğne vuruyorlardı. Asıl beni zorlayan iğnelerdi. Bir ay boyunca 60-70 iğne! Kalçam delik deşik olmuştu. Artık iğneler baymaya başlamış. Hemşireye iğne vurmayın artık kendimdeyim, iyiyim desem de doktor yazıyor mecburum derdi. On beş gün sonra falan hastanede ayaktaydım. Diğer on beş gün boyunca hastanede yüzüm iyileşsin diye bekletildim. Tuvalete gittiğimde yüzüme bakamıyordum. Çünkü yüzüm sapsarıydı. Kaşlarım yoktu. Saçlarımın öne bakan tarafları yanıktı. Kulaklarımın memeleri yanıktı. Bir ay sonra hastaneden çıktım. Doktor bana 15 gün rapor vermişti. 30 gün hastane, 15 gün hastane sonundaki rapor tam 45 gün, Ortaokul üçüncü sınıfta ikinci dönem okula gidememiştim. Nisanın yirmisine doğru okula gittim. Hocalarım beni çok seviyorlardı. Çünkü zaten karnemde hiç zayıf yoktu ve not ortalamam 7,5 falandı. Eksik kalan imtihanlarım için hocalar hızlandırmış ödevler verdiler, hızlandırılmış tek başına imtihanlar yaptılar. O zamanlar ortaokul bitirme imtihanları vardı. Haziran ayında bitirme imtihanlarına girdim. Bitirme imtihanları ana derslerimizden oluyordu. Ben Sanat okulunun orta kısmını okuyordum. Derslerimiz diğer ortaokullara göre ağırdı. Atölye derslerimizden de imtihan oluyorduk. Ortaokulda demircilik, tesviyecilik, marangozluk bölümlerini okuyorduk. Bitirme imtihanları ikinci dönem ders bölümlerinden değil, bütün yıl görülen derslerden yapılıyordu. Ben ise ikinci dönemde 45 gün okulda yoktum. Her ne kadar hızlandırılmış eğitime alınsam da dört dersten eylül dönemine ikmale kaldım. Daha önce hiçbir zaman ikmale kalmamıştım. Zaten beş dersten kalsaydım sınıfta kalmış olacaktım.
İmtihan sonuçlarını babam sürekli sorup duruyordu. Daha belli olmadı, daha belli olmadı derken nihayet belli olmuştu. Nedense benim okuldaki halimi hiç takip etmeyen, veli toplantılarına hiç gelmeyen babam benim ortaokul bitirme imtihanlarımı merak ediyordu. Hâlbuki ben hiç okula gitmesem ruhu duymazdı. Ancak ben okulu seven, okulda başarılı olan biriydim. Dersleri kolay kolay aksatmazdım. Zaten karnem her sınıfta iyiydi. Karnede okula gitmediğimiz, geç kalışlarımız yazıyordu. Babam karneden her şeyi görüyordu. İmtihan sonuçları belli olduğu gün eve geldiğimde bir halı tezgâhındaki halının bittiğini gördüm. Babam zaten sabah fark etmiştir. Akşama halı tezgâhtan çıkarılacak, yerine yeni halı kurulacaktı. Tek başına olmazdı. Halıyı tezgâhtan bir kişi çıkarırdı ama tek başına yeni halı kurulamazdı. Nihayet babam geldi. Elinde yeni kurulacak halının pamuktan yapılan drezisi vardı. Biz drezi deriz. Pamuk ipinden yapılan direzi tezgâha kurulur, drezinin üzerine halı yün ipiyle örülürdü. Halı kurmak için tezgâhın başına geçtik.
Babam hem dreziyi kurmaya hazırlıyor hem okulu soruyordu: “Baba dört dersten ikmale kaldım.” “Ne nasıl kalırsın?” Anında yanaklarıma iki tokat geldi ki öyle böyle değil. Yanaklarım cayır cayır yanıyordu. Ancak ağlamıyordum. “Baba, okula gidenlerin çoğu sınıfta kaldı. Biliyorsun ben yandım. Bir ay hastanede yattım. Hastane sonunda 15 gün raporlu okula gidemedim. Böyleyken ikmale kaldım. Ne olacak? Yazın çalışır geçerim.” dediysem de babamın küfrü ve sözleri devam ediyordu. İki tokattan sonra vurmadı ama öyle laflar söylüyordu ki tokatlara bin basardı. “Yediğin içtiğin zehir zıkkım olsun! Sana yedirdiğim içirdiğim her şey haram olsun. Senden adam olmaz. Hiç utanmıyor musun sınıfta kalmaya?” Bu minvalde sözleri sürekli tekrar ediyordu. Susmuştum. Ağzımdan tek kelime çıkarmıyorum. Halıyı kuruyoruz, babam küfürlere ve lanet okumalara devam ediyor. Babalık olarak yaptığı her şeyi haram ediyordu. Bağırtıya çağırtıya annem koşarak gelmiş soruyor: “Ne oldu?” “Sınıfta kalmış ne olacak?” “Baba kalmadım, sadece ikmale kaldım. Eylülde geçerim.” desem de artık duymuyordu. Annem sofrayı kurmuş, yemekten sonra halıyı kurun diye bağırıyordu. Babam içeriye patlamayın diyordu. Halı kurma işi bitti. Babam söylenerek sofra kurulu odaya gitti. Ben yattığımız odaya geçtim. Haram edilen sofradan yemek istemiyordum. Hani sabaha kadar dövse aldırmazdım. Dayağa alışkındım ama babam yedirdiği içirdiği sofrasını bana haram etmişti. Nasıl yerdim? Nasıl içerdim? Yatağıma girerek köpek yatışı büzüşerek yatmış, iç geçirerek ağlıyorum. Ne yapabilirdim? Nereye gidebilirdim? 15 yaşında bir çocuktum. Kız kardeşimin sesini duydum. “Abi yemek yiyoruz haydi gel.” “Canım istemiyor siz yiyin.” deyip gönderdim. Kız kardeşim “Gelmiyor, canı istemiyormuş.” deyince babamın sesini duyuyorum: “Açlıktan gebersin deyyus. Kime naz yapıyormuş? Yemesin gebersin! Sakın yemek götürmeyin! Eşek gibi çalışmayıp sınıfta kalması değil.” Bir türlü sınıfta kalmadım lafını duymak, anlamak istemiyordu. Geçtim demedim ya onun için kaldım demekti. İkmale kalmak nedir bilmiyordu ya da kabul etmek istemiyordu.
Bu olay içimde öyle bir yara yaptı ki o gün kesin kararlar verdim. Baba olan önce çocuğunu düşünmeliydi. Daha üç ay önce yanmış, bir ay hastanede yatmış, 15 gün raporlu okula gidememiş bir çocuk sınıfta kalsa ne olurdu, kalmasa ne olurdu? Hani, babam okulu merak etse neyse! Hayatında bir gün okula gelmemiş, hiçbir veli toplantısına katılmamış bir adamdı. Veli toplantılarından sonra hocalar sorardı: “Oğlum senin annen baban yok mu? Niye veli toplantılarına gelmiyorlar?” “Var hocam! Annem evde her gün halı dokuyor. Babam başkasının işinde çalışıyor. İşten izin alamıyor.”
Böyle diyerek idare ediyordum. Hâlbuki gerçek, ne annem ne babam okulu umursamıyordu. Hal böyleyken ikmale kalmam dert oldu. Demek ki mesele okul değildi. Okul olsaydı beş yıl ilkokul, üç yıl ortaokul takip ederlerdi. Mesele bendim! Ben bu evde fazlaydım. Annem beni umursamıyordu. Babam döverken hiçbir zaman sahip çıkmadı. Babam her fırsatta dövmek için bahane arardı. Artık fazlalık olduğuma, gözlerine battığına inanmıştım. Eğer cesaretim olsaydı evden kaçacaktım. Kahrolsun hiç cesaretim yoktu. Her fırsatta dayak yesem de bir evim vardı. Önüme konan bir yemek vardı. Üstüm başım seyrek de olsa alınıyordu. Annem derme çatma terzilik de yapardı. Genelde basma alır üzerimize bir şeyler dikerdi. Okumayı seviyordum. Okuduğum hikâye kitaplarının içinde evden kaçanların başlarına gelenler anlatılıyordu. Korkuyordum. Dışarıda her türlü tehlike vardı. Ancak babam yedirdiği içirdiği şeyleri haram etmişti. Ne yapabilirdim? Yemin ettim. Elim ekmek tuttuğunda, babama asla muhtaç olmayacaktım. Hiçbir zaman babamdan bir şey istemeyecektim. Elim ekmek tutunca ilk fırsatta evi terk edecektim. Hele yaşım on sekize gelince evde hiç durmayacaktım. Yatakta hem ağlıyor, hem yeminler ediyordum. Kafam yorganın altındaydı. Başımı hiç çıkarmıyordum.
Yemekten sonra bizimle kalan halamın oğlu Selim gelmiş teselli veriyordu. Selim ile birlikte yatıyorduk. Halam ölünce babam çocuklardan birine ben bakayım diye ablasının oğlunu bize alıp getirdi. Önce onu ortaokula verdi. Başarısızdı. Onun için okuldan aldı ve akraba bir terzinin yanına verdi. Selim artık terzi çıraklığı yapıyordu. Ustası akrabamız olduğu için bayramlarda birlikte elini öpmeye giderdik. Ustası beni tanıyordu. Selim beni teselli ediyordu. “Len boş ver, olmadı sınıfta kalırsan ustaya söylerim seni de çırak alır.” “Babam bana yedirdiği içirdiği şeyleri haram etti. Ben artık burada kalamam!” “Sinirle söylemiştir. Aldırma sen! Yarın unutur.” “Babam unutur ama ben unutmam!” “Eee ne olacak?” “18 yaşına girince evden kaçacağım.” “Hadi oradan! Daha üç sene var. O gün gelsin bakalım!”
Evet! Daha üç yıl vardı. İlerleyen süreçte ben değil Selim evden İstanbul’a çalışmaya gitmişti. Ancak yıl bitmeden pişmanlıkla geri döndü. Sabahleyin babam anneme tembih etmiş. “Sabah yemeğini yedikten sonra benim çalıştığım yere gelsin!” İstemeye istemeye annemin önüme koyduğu yemeği yemeye başladım. O zamanlar evde kahvaltı yapılmazdı. Anneme çok yalvarırdık biz de çay içelim, biz de kahvaltı yapalım derdik ama o kahvaltı neymiş derdi. Annem sabahları için baya yemek yapardı. Tabii yaptığı yemekler çoğunlukla bol harçlı çorbalar olurdu. Sabah yemeğini yedikten sonra babamın işyerine gittim. Patronuyla konuşmuş. Patronu da “Gelsin yanımızda dursun, bize çay kahve söylesin, işi olmadığı zamanlar bir köşede dersini çalışsın!” demiş. Babamın patronu bir zamanlar ülkeyi yöneten, o zamanlar yeni Başbakan olmuş Süleyman Demirel’in kayınbiraderi Yılmaz Şener’di.
Yılmaz Şener benim hakkımda babamdan ben gelmeden baya bilgi almış. İlkokulu başarıyla bitirdiğim, ortaokulun birinci ikinci sınıflarını başarıyla geçtiğimi, üçüncü sınıfta karnemin iyi olduğunu biliyordu. Babama “Bu çocuk eylülde bütün dersleri geçer, baksana gözlerine! Geçeceğine ben kefilim!” diyordu. Babamın oğlunda göremediğini bir başkası görüyor. Güven veriyor, bana kefil oluyordu. 15 yaşındaki bir çocuk için bunlar ne demekti? Bir yanda annemin umarsızlığı, diğer yanda babamın duyarsızlığı, el âlemin beni anlaması vardı. Bunları gördükçe benim kafamda annelik babalık duyguları alabora olmuştu. Bir gün önce zılgıt yemiş biriydim. Bugün ise patronun sahip çıkması, bana iş vermesi, babamın eline muhtaç etmemesi vardı. Kafamdaki duyguların dengesi artık ailemden yana değildi. Sanki ailem dışında başkaları beni daha iyi anlıyor, bana daha çok değer veriyordu. Böyle bir durum bir çocuğun ailesinden kopması değil midir? Ne yazık ki kopuş başlamıştı. Bundan sonraki dönemlerde anneyle babayla ilişkiler, annelik babalık formunda olmayacaktı. Daha uzak, daha resmi, daha usulüne uygun! Adeta zorunluluk gibi bir şey!
Ben, aile çocuklar ilişkisinde darbe yemiş biri olarak şunu diyebilirim. Çocuklar zaten bilgisiz cahildi. Büyükler 18 yaşını geçmiş. Akıl ve rüşt sahibi olmuş. Evlenmiş. Bir işte çalışanlar olarak çocuklarına örnek olması, çocuklarının değer vereceği anneler babalar olması gerekirken, tersinin olması korkunç bir şeydi. Bu olaydan sonra beni en çok kızdıran sözler şunlar oldu: “Yemedik yedirdik, giymedik giydirdik. Sana verdiğimiz emekler haram zıkkım olsun!” Bu sözlerden sonra şu sözler oturuyor mu? “Bizim bütün hayatımız, bütün emeklerimiz, bütün çabalarımız çocuklarımız için! Biz niçin yaşıyoruz? Biz sadece çocuklarımız için yaşıyoruz. Çocuklarımız için kazanıyoruz. Her şey çocuklarımız için!” Artık bu sözler bana müraice geliyordu. Tamamıyla ikiyüzlü sahtekârca söylenmiş sözlerdi. Çocukları için gözbebeğimiz diyenler, en küçük bir yanlışta veya eksiklikte, anlamadan dinlemeden her şeyi haram eder mi? Üstelik çocukların hiçbir suçu yoksa? Hayat şartları gereği hasta olmuşsa, kaza geçirmişse, yangın geçirmişse? Defalarca babamdan ayrı bir hayat kuracağım, hiçbir şekilde ona muhtaç olmayacağım diye yemin ederken, aynı zamanda ben asla böyle bir baba olmayacağım yeminleri havada uçuşuyordu.
Annelik babalık kolay bir şey değildi. Hani “Al Yazmalım” filminde sevgi sorgulanıyordu ya; onun gibi analık babalık da sorgulanıyor. Analık çocuk doğurmak mı? Babalık çocuğun olması için döl sahibi olmak mı? Analık da babalık da bir sevgi, bir emek, bir fedakârlık işi değil mi? Ancak bizim Anadolu toplumu antika bir toplum! Ana işine gelmeyen her an çocuklarına sütünü haram eden kişidir. Baba işine gelmeyen her an, dayağa yeltenen, yedirdiği içirdiği şeyleri haram eden kişidir. Sanki nimetleri kendileri veriyor? Sanki çocuklar üzerinde tanrılık yapıyorlar. Ana tanrıça, baba tanrı! Kanımca, işine gelmediği anda analık sütünü haram eden ya da analık haklarını helal etmeyen kadınların analıkla hiçbir ilgisi yoktur. Aynı şekilde yedirdiği, giydirdiği, içirdiği şeyleri işine gelmediğinde haram eden erkeklerin de babalıkla hiçbir ilgisi yoktur. Analık babalık çocuklarına karşı sevgiyle, saygıyla, paylaşımla ve fedakârlıkla oluşur. Üstelik annenin babanın çocuklarına vereceği sevgi, saygı, paylaşım, fedakârlık karşılıksız olmak zorundadır. Karşılığı istenen sevgi, sevgi değildir. Karşılığı istenen saygı, saygı değildir. Karşılığı istenen paylaşım, paylaşım değildir. Karşılığı istenen fedakârlık, fedakârlık değildir. Elbet çocuklar da analarına babalarına karşı sevgi saygı duyacaklar, paylaşımcı ve fedakâr olacaklar ama karşılık olarak değil ya da karşılığını bekleyerek değil. Anneliğin, babalığın, evlatlığın kardeşliğin karşılığı olmaz. Aileyi oluşturan kişilerde ilişkilerde karşılık olmaz. İlişkilerde karışlık varsa ona aile denilmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder