24 Aralık 2022 Cumartesi

Babam ve Ben 2

Babam da eski adamlar gibi biz okula gittiğimizde hocalara “Eti senin kemiği benim!” diye teslim ediyordu. Biz eti hocaların, kemikleri babaların çocuklarıydık. Analarımızın ise babalara karşı hiç sesi çıkmazdı. 

Okulda dayak evde dayak yiyen bir nesildik. Çünkü o devrin babaları da öğretmenleri de dayakçıydı. Öğretmenlerin kadın veya erkek olması fark etmiyordu. Benim bu sözüme bazı öğretmenler kızacaktır. Ancak ben yaşadığımız hayattan söz ediyorum. Çocukları seven, dayak atmadan öğreten öğretmenlere rastlamadık. Ha pardon bir tane rastlamıştım. O da Ortaokul sırasında İngilizce öğretmenimizdi. İngilizce öğretmenimiz pratik olarak İngilizce öğrenmiş. Sonra Milli Eğitim Bakanlığının imtihanlarına girip öğretmenlik belgesi almış. Birinci dönem birinci sınıfta bize girdi. Yarım dönemde biz İngilizce konuşmaya başlamıştık. Sonra alaylı öğretmensin diye görevini sonlandırdılar. Hatırladığım dayak atmayan tek öğretmen oydu. 

Bazı dayaklar insanda yara yapıyor. Çünkü hak etmediğinize inanıyorsunuz. Bazı dayakları hak ettiğinize inandığınız için üzerinde durmuyorsunuz. Mesela yaramazlık yapmışız, dayak hafif geliyor. Çünkü içinizde bir yer diyor ki; hak ettin! Dayak atan masum, sen suçlusun! Terbiye sistemimiz bu! Dayağı hak eden dayak yer. Bu altın kuralla yetişmiş bir nesil olarak dayak atmanın ve yemenin kurallarını içselleştirmiştik. 

İlkokul üçüncü sınıftı. On bir yaşındayım. O zamanlar yedi yaşında ilkokula başlıyorduk. Ben ekim doğumlu olduğum için sekiz yaşında okula başladım. Çünkü eylül ayında açılan okula yedi yaşında alınmamıştım. Babam lazım olanı değil istediği alırdı. Bana büyük bir okul çantası yerine küçücük bir çanta almıştı. İlkokul üçüncü sınıfta kitaplarımızın sayısı arttı. Kitaplar, defterler, kalemler, boyalar derken çantam almıyordu. Zar zor sıkıştırarak çantaya yerleştiriyordum. Okulda onu çıkar bunu çıkar zorlanıyordum. Yanımda Celal Kavak diye bir arkadaşım vardı. Onun çantası büyük ve geniş. Bazı kitap ve defterlerimi onun çantasına koymuştuk. Ancak okul bitişi almayı unutmuşum. 

Akşam babam bir arkadaşıyla eve geldi. Eve gelen misafiri tanıyordum. Birkaç defa gelmişti. Onun varlığı ile bugün dayaktan kurtuldum diye seviniyordum. Çünkü babam defter ve kitapların çantamda olmadığını anlarsa mutlaka döverdi. Yemek yedik. Evimiz çok odalı değil. Kış günü! Tek odada soba yanıyor. Soba yanan oda da annem baba ve küçük kardeşlerim yatıyor. Biz benden küçük kardeşimle soğuk odada yatıyoruz. Tabi akşam dersimizi birlikte kaldığımız sobalı odada yapacaktım. Babam yemekten sonra “Dersini yap öyle yat!” dedi. Tabii her zamanki gibi sert bir şekilde! Gelen misafir “Yapar babası! Baksana gözlerine fal taşı gibi açık.” diye benden yana olmuştu ama benim gözlerim aslında korkudan açıktı. Her an defter ve kitaplarımın eksik olduğunu babamın anlamasından korkuyordum. 

Odanın sessiz köşesine çekildim. Çantamı açıp defter ve kitaplarımı çıkardım. Meğer babam göz ucuyla beni seyrediyormuş. Hemen gelip kitap ve defterlerimi saydı. Eksik. “Nerede lan gerisi?” “Baba çantam küçük hepsini zor alıyordu. Bu nedenle arkadaşımın çantasına koymuştum.” “Ne demek lan çantam küçüktü. Okula giderken sığdı da okulda mı sığmadı?” der demez, pat küt, tekme tokat girişti. Misafir “Dur amca ne yapıyorsun?” Annem “Misafirin yanında dövme çocuğu!” dese de babamın kulakları tıkalıydı. Öfke gözlerini kör, kulaklarını sağır etmiş, papağan gibi aynı küfürleri, tehditleri savuruyordu. 

Okula eti senin kemiği benim diye gitmiştim. Okulda etim, evde kemiklerim kırılıncaya kadar dayak yiyen bir nesil olarak bugünün nesline bir şey diyemiyorum. Günümüzde öğretmenler çocuklara bir fiske vursa hayat ayağa kalkıyor. Elbet dayak kötü bir şey, ancak okuldaki yaramaz çocukları dizginleyen öğretmenler ne yapıyor doğrusu merak ediyorum. Çocukken öğretmen olmayı düşlüyordum. Düşlerimde çocukları dövmeyen öğretmen vardı. Ben çocukları dövmeyen öğretmen olacağım diye kendime sözler veriyor. Defalarca yeminler ediyordum. O gün dayaktan sonra zaten rahatsızlandım. Annem kucaklayarak soğuk odaya götürdü. Yün döşeğimizi serip içine yatırdı. Üzerime yün yorganı örttü. “Sesini çıkarma, ağlayacaksan içinden ağla, baban duyup gelmesin. Değilse kemiklerini kırar.” İçinden ağlamak nedir bilir misiniz? Aslında insanın içinden ağlaması, bağırarak ağlamaktan daha etkili, daha güçlüdür. Ben içinden ağlamayı öğrenen bir insan olarak aynı zamanda içinden gülmeyi de öğrenmiştim. Onun için beni kolay kolay ağladığımı gören olmaz. Aynı şekilde kahkahalarla güldüğümü de gören olmaz. 

Zorlu hayatlar, zorluklara karşı dirençli insanlar yetiştiriyor. Büyüdükçe zorlukların yaşanılan hayattan daha kolay olduğunu anlamaya başladım. Zorluklar, iradeye, azimle aşılıyor. Ancak baskı, şiddet, dayak aşılmıyor. Büyüdükçe dayak yememeyi öğrendim. Hatırlıyorum: Bir gün küçük kız kardeşimi dövmeye gelen babamın elinden tutmuş, “Bir daha kardeşimi döversen senin kemiklerini kırarım.” demiştim. Öyle sert bir şekilde söyledim ki gözlerime bakan babam korkarak geri çekilmişti. O günden itibaren evde dayak bitti. Demek ki itiraz önemliymiş. İnsanlar haksızlığa, zulme itiraz etmedikçe zalimlik sürüyor, zulüm sürüyor. Bu durum sadece bireysel insan ilişkilerinde böyle değil. Ailede, toplumda itirazlar yükselmedikçe zulüm yükseliyor. Özellikle devlet yöneticilerine karşı itirazlar yükselmedikçe zulüm alıp başını gidiyor. İşte görüyorsunuz. Avrupa’da gıdaya %5 zam geliyor. Toplum ayaklanıyor. Türkiye’de ise zamlar halkın umurunda değil. “Böyle gelmiş böyle gider.” kaderciliği Anadolu toplumunun yüreğine işlemiş. Anadolu tolumu değil %5, %500 zam gelse, hemen marketlere, toptancılara koşar, alabildiği kadar gıda maddesi alır. Çünkü daha fazla zam geleceğinden korkar. Korkularını yenip ayaklanmaz. Korkularını yenip Avrupalı insanlar gibi zamcı iktidarların canına okumaz. Korkularını yenip yalancı, madrabaz, çıkarcı, ikiyüzlü politikacılara karşı duramaz. Sürekli yağ çeker. Hani “Katiline âşık!” olmaktan söz edilir. Onun gibi “Anadolu toplumu zalimine âşık bir millettir.” Onun için Türkiye’de zamlar ayyuka çıksa, bütçeler yüzde yüz açık verse, cari açıklar her yıl açılsa, ülke borç batağında yüzse, her türlü felaket ülkenin kapısını çalsa, Anadolu toplumu “Rabbime şükürler olsun günümüze! Allah bizi daha beterinden korusun!” diye dua eder. Çünkü politikacılar, fikir adamları, din adamları, Türk felsefeciler halka bunu öğretmişlerdir. Anadolu toplumu şükrü bilen bir toplumdur. Şükürsüzlük Anadolu toplumuna yakışmaz. 

Eti senin kemiği benim diyen babaların yetiştirdiği toplum, politikacılarına âşıktır. Devletine âşıktır. Zulüm yapan zalimlerine âşıktır. Çünkü güçlü olanlar hak yemez, eğer bir şey yapıyorlarsa bir hikmeti vardır diye inanır. Hatta öyle ki kişiler ne kadar yalancı, ne kadar zalim, ne kadar güçlü olursa o kadar çok sevilir. Ast üst ilişkisi gibi daha güçlü, altındaki güçlüleri ezerek, toplumun en aşağısına kadar iner. Bu nedenle toplumun en aşağısı da kendinden üstteki tabakalara âşık olarak, taparak hayatını yaşar. Siz şiddeti işleyen dizilerin, filmlerin neden çok sevildiğini zannediyorsunuz? Toplumlar güce taparak yetiştirilmiştir. Okuldaki eğitimler, ailedeki eğitimler, iş hayatı, politika, devlet yönetimi ast üst ilişkisinde güce tapma esası taşır. Her üstteki alttaki için eti sizin kemiği bizim diye bakmaya başlar. İşte görüyorsunuz, gençlik konularını ele alan diziler çekiliyor. Okullarda zenginlerin şımarık, terbiyesiz, arsız çocukları, fakir, yoksul, zayıf ailelerinin çocuklarıyla alay ediyorlar, dövüyorlar, ellerinde ne varsa alıyorlar, suçlanan alay edilen, dövülen, elinden her şeyi alınan fakir, yoksul, zayıflar oluyor. Öğretmenler, okul yöneticileri, aile birlikleri hemen onları suçluyor. Kendi çocuklarında hiçbir kabahat bulmuyorlar. Çünkü bilinçaltlarında güçlü olanların zayıfları ezmeye hakkı vardır. Güçlü olanların zayıfların ellerinden her şeyi alma hakları vardır. Böyle bir bilgi, böyle bir bilinç daha çocukken yerleştiriliyor. Büyüyünce düzenin de böyle işlediğini görüyorsunuz. Güçlüler ezip geçiyor. Mahkemelerdeki avukatların zenginleri savunma argümanına bakınız. “Efendim suçlanan falanca kişi ülkenin namusuyla kazanan, vergisini veren şerefli biridir. Saygınlığı ortadadır.” Sanki karşı taraftaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için şöyle diyor: “Para kazanmaz. Zengin değil. Dolayısıyla vergisini vermez. Vergisini vermediği için şerefli değildir. Saygınlığı yoktur. Pespaye biridir. Böyle birinin yasalarda ne hakkı olsun ki?” Bu bakış tarzının nasıl oluştuğuna, nasıl geliştiğine dair bir bilginiz var mı? 

Güç her şeydir diye inanan bir toplum. Güce tapmanın felsefesini yapar. Güçlü tarihi kahraman, zengin, devlet yöneticisi, para babası, mafya lideri, çete lideri, patron, baba, aşiret ağası, köy ağası olabilir. Fark etmez. Merdiven ayakları gibi, en alttaki basamak, en üstteki basamak! En güçlü olan yani en tepedeki olan, bütün basamaklara basarak en üste çıkar. Düzen budur. Eti dışarıdaki güçlünün, kemiği evdeki güçlünün!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder