3 Aralık 2022 Cumartesi

Babam ve Ben 16

Babam soruyordu: “Oğlum enişten soruyor, niçin yüzüne bakıp cevap vermiyorsun?” Bu sorunun nedeni vefat eden halamın kocası Ahmet eniştemdi. Halam ölünce benden iki yaş büyük çocuklarından birini babam alıp gelmiş, bizim yanımızda kalıyordu. Bu nedenle eniştem Isparta’ya geldiğinde oğluyla hasret gidermek için bazen bir gün bizde kalırdı. Bayramlarda köye el öpmeye gittiğimizde genellikle onun evinde kalırdık. Köyün muhtarıydı. Benim yaşım 18 yaşını geçtiği için 1973 yılındaki seçimlerde 21 yaşındaydım. O zamanlar Erbakan’a karşı sempatizanlığım vardı. Henüz İslam bilgilerim Kur’an’la yüzleşmemişti. Zaten Kur’an mealini üç yıl sonra 1976 yılında okumuştum. Koyu bir MSP’li değildim. Ancak sempatizan gençlerdendim. Hatta o zamanlar Şevket Demirel’in şirketinde çalışıyor, derneklerle fazla ilgilenemiyor, sadece bazı akşamlar sohbetlere katılıyordum. Sohbetlerimizde ise konu parti olmaz, genelde dönemin İslami kitaplarını okurduk. En çok okuduğumuz kitap Seyyid Kutub’un Fî Zılâl'il Kur'an tefsiriydi. 

1973 seçimleri yaklaşmış, Türkiye seçim havasına girmişti. Şirketten işten çıktıktan sonra eve geldim. Eniştem babamla birlikte kapımızın sokağa bakan kaldırımına oturmuş sohbet ediyorlardı. Selam verdim yanlarına oturdum. Herhalde misafir var diye babam bir şeyler almış ki; nasıl pişirileceğine dair anneme talimatlar vermeye gitti. Babam gittikten sonra eniştem sordu: “Oy verme yaşın gelmiştir.” “Geldi.” “Adalet partisine verirsin değil mi?” “Hayır!” “Ben Müslümanım Erbakan’a vereceğim.” Bunu der demez eniştem köpürdü. Zaten köy muhtarlığını Süleyman Demirel’in partisi olan Adalet partisi adayı olarak yapıyordu. “Deyyus biz Müslüman değil miyiz?” deyince “Demek ki senin Müslümanlığın Erbakan’a oy verdirecek kadar güçlü değil!” dedim. Böyle deyince daha çok kızdı. “Demirel’i bırakıp Erbakan’a oy verenler o. çocuğudur.” “Ne diyorsun enişte? Anneme nasıl hakaret edersin! Haddini bil!” diye anında köpürdüm. Eniştem umarsız hala aynı şekilde devam ediyordu. “Demirel’e oy vermeyenler o. çocuklarıdır.” diyordu. Yanından kalktım odama gittim. Yaklaşık yarım saat sonra kardeşim “Abi yemek yiyeceğiz. Seni bekliyoruz.” diye çağırdı. Yemek için annemle babamın kaldığı odaya gittim. Orası her zaman bizim toplu odamızdı. Eskiden kışları sadece orada soba yanardı. Şimdi kereste fabrikasından odunları, tozları ben gönderince benim kaldığım odanın, kızların kaldığı odanın sobası vardı. Üç odada soba yanıyordu. Toz nedir diye kafanız karışmasın! Bizim Isparta’da kullandığımız bir yakacak türüdür. Hızardan çıkan ağaç tozlarını yakacak sobalar üretilmişti. Soba kömür veya odun sobaları gibi değildi. Kömür sobası kovaları gibi bir kova, kovanın alt kısmından ortasına kadar biraz geniş bir boru vardı. Kovanın tam ortasına kalın, yuvarlak, boruya benzer bir ağacı dikine yerleştirir, etrafına tozları doldurur, ağaçtan yapılmış toz tokmağıyla tozları iyice sıkıştırarak kovayı doldururduk. Sonra dikine koyduğumuz ağacı çıkarırdık. Böylece ortası yukarıya doğru bir boru şeklinde tozlar kovaya yerleştirilmiş olurdu. Sonra kovanın alt kısmındaki borudan yaktığımız çırayı ortasına doğru ittiğimizde tozlar ortasından yukarıya doğru yanmaya başlardı. Tozu ne kadar çok sıkıştırırsak kovanın dayanma süresi o kadar uzardı. İyi sıkıştırmayla hazırladığımız kova dört beş saat gidebilirdi. Benim, kızların odası bu şekildeydi. Ancak babamın annemin yattığı ve günlük kullandığımız odada büyük kuzine soba vardı. Yeni nesil kuzine sobayı bek bilmez. Büyüklüğüne göre ebadı değişen kuzine sobalar genellikle 60 santimetre yüksekliğinde 40 x 100 santimetre en ve boyunda saçtan yapılma bir sobaydı. Bir bölümünde ocağı, diğer bölümünde fırını olur, ocağın bulunduğu kısmın karşı tarafından boru çıkışı vardı. Ateş yandığı zaman alev dalgaları ve dumanlar fırının üst ve alt kısmından boruya giderdi. Kuzine sobanın üstünde yemek pişirilir, yemekler ve güğüm dediğiniz altı geniş yukarıya çıktıkça daralan yaklaşık beş altı santim çapında ağzı olan su kabıyla sular ısıtılır, fırınında kestane, soğan, biber, patates, patlıcan közlenir, tepsiyle yemekler yapılırdı. Kış günleri annemin fırında taze ekmekler yaptığını bile hatırlarım. Fırının ateşini ayarlamak için gelen alev ve dumanları ayarlayan araçlar vardı. Kuzine sobada anında dört beş yemek pişirilebilirdi. Aynı bugünkü çok ocaklı tüplü ocaklar gibi, kuzine sobanın üstünde değişik boyutlarda kapaklarla kapatılan delikleri vardı. Delikleri açıp yemek tencereleri üzerine konur, yemekler pişirilirdi. Kim icat ettiyse harika bir araç icat etmişti. Geniş yüzey boyutuyla zaten odayı harika ısıtırdı. Hatta o zamanlar yeni yapılan apartmanlarda ortada bir salon, salona kapıları açılan odalar olurdu. Salona kuzine sobası kurulur, hem salon hem bütün odalar ısıtılırdı. Doksanlı yıllarda erkek kardeşimin evine bayram ziyaretine gittiğimizde birlikte bir misafirliğe gittik. Kış günüydü. Ziyarete gittiğimiz evin salonunda bir kuzine soba vardı. Üzerinde kazan! Kazana su giriş çıkışları yapılmış. Hayret ettim. Sordum: “Bu ne?” “kalorifer.” diye cevap verdi. “Nasıl?” “Soba burayı ısıtıyor. Üstündeki kazanda su kaynıyor. Kaynayan suyu borularla diğer odalardaki kalorifer peteklerine bir devir daim motoruyla dolaştırıyorum. Yani sobamız hem soba hem kalorifer kazanı gibi! Hatta bazen öyle oluyor ki, diğer odalar salondan daha sıcak oluyor.” “Vay be!” diye şaşıp kalmıştım. Kafa çalışınca neler yapılıyor. Eskiden okuduğum Rus klasiklerinde de bazı ev tarifleri vardı. Evin orta kısmında merdivenle çıkılan bir taraça! Taraçanın etrafında odalar. Taraçanın altında ocak! Arka duvarlardan yukarıya çıkan bacalar. Ocağa büyük ağaç kütükleri atılıyor. Ateş tutuşturuluyor. Ocağın üstündeki toprak yüzey iyice ısınıyor. Arka duvar bacalarından çıkan dumanlar duvarı ısıtıyor. İçeride ısınan hava taraçanın etrafındaki odalara dağılıyor. İnsan düşünüp akıl ettikçe neler buluyor. Eski köy evlerinin ahırların üzerine yapılmasının nedeni de bu değil mi? Ahırdaki hayvanların burunlarından çıkan sıcak hava ahırın tavanına vuruyor. Tavan ısınınca üstündeki odaların tabanları ısınıyor. Al sana tabana döşenmiş kalorifer tesisatı! 

Neyse! Kış günü değildi ama konu açılınca sobalardan ısınmalardan söz ettik. Bir sonbaharın eylül ayıydı. Henüz sobaları yakmamıştık. Ekim ayında yapılacak seçimler yakınlaşmıştı. Büyük ihtimal eniştem de seçimler için gelmiş olabilirdi. Babama eniştemin söylediği sözü söylesem, eniştem bana “Demirel’e oy vermeyenler o. çocuğu dedi.” Desem büyük olay çıkardı. Söyleyeceksem de sonra söylemeliydim. Çünkü tanıdığım babam sinirli bir adamdı.  Eniştemi çok severdi. Babamın iki ablası vardı. Ölen ablası eniştemin karısı ablaların büyüğüydü. Babamla eniştem arasında baya yaş farkı vardı. Herhalde zamanında çok sahip çıkmış ki; babam çok severdi. Hatta köyde amcam olmasına rağmen akşamları dedemin evinde yer içer, yatmaya eniştemin evine giderdik. Böyle bir yakınlığın yok olmaması gerekiyordu. Eniştem muhtar olmasına rağmen cahilliğini, yobazlığını ortaya koymuştu. Kendi içinde enişteme karşı soğuktum, küskündüm. Olayları şimdi hatırladığımda eskiden ne çok cahilmişiz derdim. Saygının sevginin bozulmaması için benim suskunluğum ve içten küskünlüğüm vardı. Babamın enişteme karşı sevgisinin saygısının kaybolmasını istemiyordum. Onun için hiçbir şey demedim. Yemekte suskundum. Eniştem benim suskunluğumun nedenini biliyordu. Küskünlüğümün nedenini biliyordu. Belki kırdığı potu anlamıştı ama özür dilememişti. Bana o. çocuğu diyerek annemi o. yerine koymuştu. Hâlbuki annem de eniştemi çok severdi. Ablası yerine koyduğu görümcesi halam ölünce oğluna bakmayı seve seve kabul etmişti. Halamın oğluna sonradan benden küçük olan kız kardeşimi verdik. Damadımız oldu. Hatırladığım, kardeşimin kocası eniştem hiçbir zaman anneme babama saygısızlık etmedi. Sadece dayı demeyi babaya, yenge demeyi anneye çevirmişti. Şimdi böyle bir dengeyi eniştemin terbiyesizliğiyle nasıl yakabilirdim? O zamanlar partizanlık şimdiki gibi var. Üstüne cahillik var. Erbakan bile 1973 seçimlerinde önemli oy alarak Başbakan Yardımcısı olduktan sonra kendine güven gelmiş, sonraki seçim çalışmalarında “MSP’ye oy vermeyenler Yahudi’ye hizmet eder.” diye MSP dışındaki partilere oy verenleri Yahudi askeri, Yahudi hizmetkârı ilan etmişti. Bu ne demekti? Partizanlık bütün bir halka böyle hakaret etme hakkını verir miydi? O zamanlar genciz, anlamıyoruz, hoşumuza gittiği için alkışlıyoruz. Ancak düşündükçe halktaki partizanlıktan daha koyusu siyasal liderlerde, halktaki cahillikten daha koyusu parti liderlerinde vardı. Böyle devirlerden çıkıp Müslüman olabilmek gerçekten büyük hidayet! 

Partizanlık, hadsizlik, densizlik o kadar ayyukaydı ki; o dönem gençlerinin birbirine silah çekmeleri gayet normaldi. Düşünsenize kendi evladına, kendi akrabasına bile partisine oy vermeyince o. çocuğu diyecek kadar şuursuz olanlar kim bilir gençleri nasıl zehirliyorlardı. Kendi partisine oy vermeyenleri Yahudi askeri, Yahudi hizmetkârı ilan edenler, kim bilir gençleri nasıl zehirliyorlardı. Rabbime şükürler olsun ki; bu tür sapıklıkların, bu tür hadsizliklerin içinden kurtulup Müslüman olduk. 

Eniştemin söylediğini babama hiç söylemedim. Ancak oğluna anlattım. “Baban bana adalet partisine oy vermeyeceğimi duyunca o. çocuğu dedi.” dedim. Çok şaşırdı. Demez diyemedi. Eskiden birlikte çok köye gidişlerimiz olmuştu ve genelde evlerinde kalırdık. Bu olaydan sonra köye gittiğim zaman evlerinde hiç kalmadım. Zorunlu birlikte olduğumuz zamanların dışında hiç aynı mekânda bulunmadım. Hemen hemen hiç konuşmadım. 

Babam ısrarla soruyordu: “Oğlum enişten soruyor, niçin yüzüne bakıp cevap vermiyorsun?” Hiç seslenmedim. Gayet sakin yemeğimi yedim. Yemekten sonra odama çekildim. Babam birkaç gün “Oğlum eniştenle aranda bir şey mi oldu?” diye sorsa da “Boş ver.” deyip geçtim. Hâlbuki eskiden, yani çocukken, köye bayramlarda gittiğimizde ne çok severdim. Bayram günlerini kutlamak için köyde sadece onda bulunan mavzerini çıkarıp karşı dağlara atış yapması çok hoşuma giderdi. Kendi hanayında ürettiği balları harika olurdu. Gittiğimizde tabak tabak bal yerdik. Hiç insanı kesmezdi. Hiç insana dokunmazdı. Ekmeksiz kaşık kaşık yediğimizi bilirim. Bazen kovandan kesip tekneye koyduğu bal petekleri odanın ortasında olurdu. Hemen bir bıçakla petekleri keserek petekten bal yerdik. Hiç karışmazdı, hiçbir şey demezdi. Öyle zamanlarda bir iki gün içinde iki üç kilo bal yediğimi hatırlarım. Bu kadar saygı, sevgi duyduğum bir insanın partizanlık uğruna yaptığı hakaret her şeyi bitirmişti. 

Kitapçılık yaptığım zamanlar kitabevine bir öğretmen gelirdi. Kitap okuyan biri olduğu için çok kitap satmıştım. Geldiği zamanlar çay ısmarlardım. Çayla birlikte güzel sohbetlerimiz olurdu. Onun söylediği çok güzel bir söz hala kulaklarımda çınlar: “Bu hocalardan kurtulmadıkça ülke düzelmez.” Bu sözü ilk duyduğumda camideki hocaları diyor zannettim. Hatta böyle zannederek kızmıştım. Sorduğumda siyasal liderler demişti. Siyasal liderler için bunlar milleti saptıran, birbirine düşüren şeytan hocalar diyordu. Üstüne ekleyip, bu ülke bu hocalardan kurtulmadıkça asla düzelmez diyordu. Henüz o zamanlar Kur’an meali okumamış, İslam’la tanışmamıştım. Az buçuk Erbakan taraftarıydım. Bir gün bu hocalara Erbakan dâhil mi diye sorduğumda gülüp geçti. Öyle güldü ki sanki en başta o dercesine gülmüştü. 

Şimdi düşünüyorum da adam haklıymış. Toplumu cahil bırakmak için her türlü yola başvuranlar onlar değil mi? Toplumun varlıklarının üstüne konup yandaşlarıyla paylaşanlar onlar değil mi? Her türlü fitneyi fücuru topluma yayanlar onlar değil mi? Partizanlığı bu ülkenin değişmez dini değişmez ideolojisi yapanlar onlar değil mi? Toplumu kavgaya, ayrışmaya, birbiriyle itişmeye itenler bunlar değil mi? 

50 yılı aşkın fikir hayatımda şunu gördüm. Ben yaşarken bu ülkeye hiçbir zaman aklı başında yöneticiler gelmedi. Hani eskileri bilmem! Her biri çıkarları, dünyevi hırsları, hayalleri peşinde milleti bir oraya savurdu bir buraya savurdu. Tek kuruşsuz varlıkla milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı olduğunda varlıkları hesaplanamaz oldu. Eskiden cumhurbaşkanları askerlerden seçilirdi. Tarafsızlık vardı. Toplumun siyasetine fazla karışmazlardı. Özal ile başlayan partili cumhurbaşkanları ortalığı mahvettiler. Hele Erdoğan ile başlayan partili başkanlık sisteminin ülkeyi ne hale getirdiğini hep birlikte izliyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder