Babamın farklı yönleri vardı. “Baba olunca anlarsınız.” Bir erkek çocuğuna “Benim yaptıklarımı baba olunca anlarsınız.” demek, çocuk üzerine çok fazla yük bırakmaktır. Çocuklar bu sözü kaldıramazlar. Belki babalar yaptıklarını çocukların anlayamayacağını düşünerek, “Baba olunca anlarsın!” derse, çocuk baba olunca aynı şeyleri yapacağını düşünmeye başlar. Yapılan şeyler haklı da olsa haksız da olsa baba olmanın kuralları zanneder. Hâlbuki her baba aynı değildir. Babalar çok farklı kimlikle, çok farklı karakterle babalık için rol model olabilirler.
Evimiz Isparta’nın güney doğu cephesinin son mahallesiydi. İsmi Halife Sultan Mahallesi olmasına rağmen hemen batımızdaki Isparta’nın eski mahallelerinden Gülcü Mahallesinin insanları bizim mahalleye hergele mahallesi derlerdi. Çünkü bizim mahalle Isparta’nın köylerinden gelenlerin ikamet ettiği mahalleydi. Gülcü mahallesinde ise o zamanlar Isparta’nın yerlileri yaşıyordu. Hani içlerinde az da olsa köylerden gelen olsa da mahallenin çoğunluğu şehirliydi. Biz köylüler şehirlere göre hergeleydik.
Evimiz önünde küçük bir bahçesi (avlusu) olan iki oda bir hol gecekonduydu. İçinde mutfak, banyo, tuvalet yoktu. Sadece anne babanın yattığı odada gusülhane vardı. O da duvara boydan boya yapılan ağaçtan dolabın içindeydi. Boydan boya dolap alttan yukarıya üçe bölünmüştü. En altta yarım metre yükseklikte alt dolaplar, aynı şekilde tavanın altında yarım metre üst dolaplar, kalan kısım orta kısmı yatak yorgan koymak için geniş bir yüklük, bir duvarın kenarında gusülhane, diğer duvar kenarında kap kacak koymak için raflı dolap vardı.
Annemin babası dedem ölmeden önce gelip avluya küçük bir ekmek fırını yapıvermişti. Dedem ile babam hiç geçinemezdi. Çünkü babam namazlarını terk etmiş, alkol içen biriydi. Dedem ise Said’i Nursi’yi rehber edinmiş, her davasına giden, koyu bir taraftarıydı. Köyün dindar önderlerindendi. Üstelik köyün zengin saygın insanlarındandı. Zenginlik, para pul değil, bağ, bahçe, tarla zenginiydi. Gücü yettikçe tarla almıştı. Ancak kendisi hayvancılıktan ve tarım işlerinden hoşlanmazdı. Marangozluğu çok severdi. Kendi köyünün ve civar köylerin evlerinin çoğunda el emeği vardır. Oymalı, desenli, dolaplar, kapılar, raflar, yüklükler onun eseridir. Zaten evlerinin altında marangozlar için döneme ait gerekli makine alet edevat fazlasıyla vardı.
Annem her zaman bir haftalık köy ekmeği yapardı. Ekmekler kepekli sarı buğdaydan yapılırdı. Köyümüzün tarlalarından kendimizin yetiştirdiği buğdaylardan yaptırdığımız unlardan yapılırdı. Ekşi mayalı büyük ekmekler. Annem babasının kızı olarak dindardı. Osmanlıca okumayı bilir, Kur’an okurdu. Osmanlıca okumayı bilir ama yazmasını bilmezdi. Mahalle kadınlarının mevlit okumalarında hocalık yapardı. Mevlitlerle birlikte ilahiler okurlardı. Anneme ve mahalle kadınlarına parayla sayısız ilahiler yazmıştım. Çünkü ben de Osmanlıca okumasını ve yazmasını bilen biriydim. Eskiden basılı mevlit kitapları bulunurdu ama Osmanlıca yazılı ilahiler pek bulunmazdı. Onun için ben devreye girerdim. Çocukluğumun en rahat geçen anları Osmanlıca mevlit, ilahi yazarak geçen zamanlardır. Çünkü bu yolla harçlıklarım olurdu.
Mevlit okumalarına giden annem yanımızdaki Gülcü mahallesinden ve diğer mahallelerinden arkadaşlar edinmişti. Bir gün demişler: “Hep sen bizim eve geliyorsun, bizi hiç evine davet etmiyorsun.” Mecburen davet etmiş. Mecburen diyorum çünkü evimiz çok küçük, gecekondu. Zaten bir odasında halı kurulu! Halı kurulu olan odada soba yanar, diğer odada soba yoktu. Biz sobasız odada yatardık. Ev dar ve yeterli imkânımız olmadığı için annem arkadaşlarını davet edemiyordu. Tuvalete gitmek isteseler tuvalet bahçede “kenef” şeklindeydi. Çeşme içeride yoktu. Mutfak yoktu. Evim müsait değil dese de ısrar etmişler. “Olsun! Hepimiz köy hayatını biliriz. Köylerden gelenlerin nasıl bir yaşam kurduklarını biliriz.” Tabi o zamanlar öyleydi. Şimdi şehirlerde çoğunlukla köylerden gelenler yaşıyor. Köyden gelince anında şehirlilik moduna geçiyorlar. Eskiden öyle değildi. Eskiden köylerden şehirlere gelenler uzun müddet köy yaşamını şehirde de sürdürüyorlardı.
Ben okulda iken annemin misafirleri gelmiş. O sıralar ortaokula gidiyorum. Okulumuz sabah sekiz başlıyor, akşam beş bitiyor. Okulumuz evden yürüyerek (çocuk ayaklarıyla) bir saat falan. Kış günleri akşam ezanı biz okuldayken olurdu. Bu nedenle kış günleri yatsı ezanlarından sonra eve gelirdim. Hâlbuki babam işten çalıştığı yerin motoruyla eve geliyor. Hani okula gelse, beni beklese, çıkınca birlikte gelsek olur ama nerede o düşünce!
Annem şehirden misafirler gelecek, belki köy ekmeği yemeyen olur diye fırından ekmek almış. Tabii yanında para yok. Çünkü annemin parayla işi yok. Her şeyi babam alıyor. Zaten borç yazdırmak yasak! Babamın temel felsefesi; “Asla borçla karın doyurma! Borçla bir şey alma! Kimseden borç alma! Yiyeceksen çalış kazan ye! Bir şey alacaksan çalış kazan al!” Babamın bu felsefesiyle bizim hiçbir zaman bakkala, fırına borç yazdırmamız olmadı. Paramız varsa alırız, yoksa almayız. Ancak annem kuralı bozmuş, gidip fırından iki ekmek almış, akşam kocam gelince göndereyim demiş. Fırıncı tanımıyor. Tarif edince tamam demiş. Hani erkekler bayramda seyranda tanışıyorlar. Zaten küçücük yeni kurulan bir mahalle! O dönemin ekmekleri 20 kuruştu. Bugünkü ekmeklerin neredeyse üç misliydi. Fırın ve bakkallar ekmekleri bütün, yarım, çeyrek satarlardı. Yani ekmeğin yarısı 10 kuruş, çeyreği 5 kuruş. Çeyrek ekmek denilince bugünkü bütün ekmeği düşünebilirsiniz. Hem öyle kabarmış, kabartılmış ekmek değil. Tok ekmek. Biz o dönemlerde göz göz kabarmış ekmeklere francala derdik. Onlar biraz daha pahalı olurdu. Mesela 25 veya 30 kuruş. Onu zenginler alırdı.
Akşam yemekten önce babama “Şehirli misafirlerim gelmişti. Belki bizim ekmeklerden yemezler diye fırından iki ekmek aldım. Çocuğa (beni kastediyor) kırk kuruş ver de ödeyip gelsin.” Bunu duyar duymaz babam delirdi. “Ne? Borç ekmek mi aldın? Ulan ben size borç hiçbir şey almayacaksınız demiyor muyum?” der demez pat küt anneme girişti. Annemin yüzü gözü kan içinde kaldı. Annemi bir yandan dövüyor bir yandan bağırıyor. “Benim evime gelecek misafir ben önüne ne koyuyorsam yiyecek. Benim önüne koyduğumu yemeyen misafir defolup gitsin! Misafir dediğin umduğunu değil bulduğunu yer.” Akşam zehir olmuştu. Elime kırk kuruş verdi, sonra bir tokat yapıştırdı. “Gör borç alanların halini, git çabuk öde gel.” Tamam da ben niye tokadı yemiştim? Anlaşılmaz. Annem neredeyse yarım saat dayak yedikten sonra, ağlayarak sofra kuruldu. Yemek suskunluk içinde yenildi. Yemek bittikten sonra annem bir köşede, biz çocuklar bir köşedeyiz. O dönemlerde evimizde koltuk falan yoktu. Yere serilen kilim, duvar kenarlarında minderler, oturan insanların dayanması için içi hasır dolu uzun yastıklar vardı. Bu aralar yapılan şark köşelerinin ilkel durumunu hayal edebilirsiniz. Babam sert bir şekilde geçin ananızın yanına dedikten sonra karşımıza oturdu. Ailenin kurallarını sıralamaya başladı:
• Hiçbir zaman hiçbir yere borç yazdırmayacaksınız.
• Paranız varsa alacaksınız, değilse almayacaksınız.
• Aç kalsanız bile borçla yiyip içmeyeceksiniz. İsterseniz açlıktan geberin. Bizde bu beden olduğu müddetçe borç almaya ihtiyacımız yok. Gücümüz varken çalışacağız, kazanacağız yaşayacağız. Asla kazanmadan yaşamayı hak edemeyiz. Yaşamak istiyorsak kazanarak yaşayacağız. Borçla yaşamayacağız.
• Aynı şehirde hatta yürüyerek bir, bir buçuk saatte dönebileceğimiz bir yere misafir olmuşsak asla misafirlikte gece kalmayacağız. Akrabamız bile olsa bunu yapmayacağız. Kimseyi güç durumda bırakmayacağız. İnsanların durumu belli! Belki yatıracak yerlere olmaz. Belki yatıracakları yatakları olmaz. Kendi yataklarını bize verir, kendileri yerde yatarlar. Bunu yapamayız. Gece kalırsak sabah kahvaltısına da kalmış oluruz. İnsanlara bu kadar yük olamayız. Misafirlik insanlara yük olma durumuna geldiğinde, misafirlik misafir olduğumuz eve cehennem olur. Ev sahipleri zorluk yaşar. Bunlara hiç bir zaman hakkımız yok.
• Misafirliklerde yeme içme sırasında aşırı gitmeyeceğiz. Yemek yerken ağzımı şapırdatmayacağız. Yemekten önce mutlaka ellerimizi yıkayacağız.
• Herhangi bir şey aldığımız zaman başkaları görmesin diye ya içini göstermeyen bir pazar çantasına koyacağız ya da iyice sardıracağız. Unutmayın alabilen var alamayan var.
• Pazar alış verişi yapıldığı gün (o dönemler Isparta’da Çarşamba günleriydi) kimseye misafirliğe gitmeyeceğiz. İnsanlar zar zor bir şeyler alabiliyor. Aldıklarını çoluğuyla çocuğuyla yesinler. Biz o gün misafir gidersek aldıklarını bize ikram ederler. Bu iyi bir şey değildir. Belki ancak bir defa alabiliyorlar.
• Bir yere misafirliğe gitmek istersek çat kapı gideceğiz. Tanrı misafiri olarak gideceğiz. Önceden haber vermeyeceğiz. Evde yoklarsa döneceğiz. Önceden misafirliğe gideceğimizi bildirmek, biz geliyoruz hazırlık yapın demektir. Belki hazırlık yapacak malzemeleri, belki paraları yoktur. Biz bir şeyler yiyip içmeye değil, misafir olup sohbet etmeye gidiyoruz. Önümüze bir bardak su, bir kuru ekmek bile koysalar başımızın üstünde olacaktır. Hiç kimseyi misafir olmak adına zorlamayacağız, borca sokmayacağız.
Aradan uzun yıllar geçti. Bazen şöyle derim: Babamın dayağı, alkolü olmasaydı baya iyi adamdı. Babamın bu kurallarının zaman içinde hepsinin olmasa da çoğunun doğru olduğuna bizzat şahit oldum. Gerçi bugünkü çağ başka çağ. Ben 60’lı yıllarda söz ediyorum. Yani 50-60 yıl öncesinden söz ediyorum. Bugün yaşamın kuralları değiştirildi. Özellikle borçlu yaşam insanlara alıştırıldı. Hele babamın dediği paran varsa yiyeceksin içeceksin kuralı tamamıyla yerle bir oldu. Misafirlikler ise görüşmek, tanışmak, sohbet etmek yerine, gösteriş yapmak, neleri var neleri yok kontrolüne döndü. Yaşam standartlarının yarıştırılması çağın temeli oldu. Gösteriş, şatafat, çekiştirme, kıskançlık ilişkilerin temelini oluşturdu. “Onlarda var biz de niye yok?” “Bak onlar şunu almış biz niye almıyoruz?” Eskiler “İnsanın başına ne gelirse s.dik yarıştırmaktan gelir.” derlerdi. Maalesef günümüzün yaşamı eskilerin dediği s.dik yarıştırması haline dönüştürüldü. Özellikle kapitaliz bunu pompalıyor. “Konumuzda komşumuzda var bizde yok demeyin. Gelin size de verelim!” Bu mantık! Bankaların kredi kartları! Verilen krediler. Mağazaların borç tuzakları! Öyle bir yaşamı önümüze koydu ki borçla yaşamak beylik oldu. Bazen diyorum. Babam iyi ki öldü. Bugünleri göreydi kahrından ölürdü. Babam öldüğünde en çok rahat ettiğim konu; hiç kimseye borcunun olmamadığını bilmemdi. Babam borç yapmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Şurası muhakkak ki; toplum babam gibi borç düşmanlarıyla oluşmuş olsaydı kesinlikle kapitalizm çöker, kapitalizmin bankaları yıkılırdı. Hele babamın mantığındaki insanlar ülkeyi yönetselerdi ülkenin dışa tek kuruş borcu olmazdı.
Ne yazık ki kapitalizm topluma hakim! İnsanlar borçlu yaşamayı öğrendiler. Ülkeyi yönetenler ülkeyi borca sokmaktan başka bir yol bilmiyorlar. Üstelik dindarlar ülkeyi borç batağına sokmayı daha iyi becerdiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder