Babama puanımın az olduğunu, lise fark derslerine imtihana gireceğimi, bir yıl ders çalışıp sene tekrar üniversite imtihanlarına gireceğimi, bu sürede Ankara’da Üniversite öğrencilerinin kurduğu bir yayınevinde çalışacağımı, orada kalacağımı, maaş alacağımı söyledim. Bir müddet hiçbir şey demedi. Sonra “Yapabilecek misin?” dedi “Yapamazsam geri dönerim.” dedim. Ona cami hocamızın oğlu Ali Ekber Dereli’den söz ettim. Arkadaşlarına beni emanet edecek dedim. Babam hocayı tanıyordu. “Taş at kolun açılsın! Kendi başına yaşamayı şimdiden öğrenmen iyi olur.” dedi. Babamın bu sözünü düşünüyorum da belki cahilce söylenmiş gibi geliyor ama bir çocuğun, özellikle ergenlik yaşında bir çocuğun kendi başına hayat kurma eğilimine karşı destek vermesi müthiş bir şeydi. Hani gidemezsin deseydi ne olacaktı bilmiyorum. Zaten duygusal bazda yangın geçirdiğin zamanki davranışlarından dolayı babalık duyguları bende kaybolmuştu ama bu desteği hiç fena değildi. Aklımda her hangi bir soru kalmadan Ankara’ya gidebilecektim. Konuyu annem duyunca “Neccemiş Ankaralarda!” lafından başka ağzından bir laf çıkmadı. Tabi annemin bu sözüne karşılık babamın “Gitsin taş atıp kolu açılsın! Sen karışma!” dedi.
Köydeki Kur’an kursuna okumaya giderken, ilkokuldan sonra sanat okuluna giderken, ilkokul sıralarında tuğla ocaklarında çalışırken, dayımla badana boya işleri yaparken karışmazken, Ticaret lisesine gideceğim deyince sevinirken, okulda okurken model yaparak, annemin arkadaşlarına mevlit ilahi yazarak para kazanırken anladım ki; babam benim özgür yetiştirmek istiyordu. Bu isteğiyle geçmişte attığı dayakları bağdaştıramıyordum. Sanki babamın bana attığı dayakların kaynağı babam değildi. Dayakların kaynağı alkolik patron ve babamın alkol kullanmasıydı. Alkolik patrondan ayrıldıktan sonra babamın hayatı normale girmiş, alkolü bırakmış, namaza başlamış, işini hal yoluna koymuş, faşist bir babadan uzaktan izleyen ama özgür bırakan bir babaya dönmüştü. Bu gelişme bana çok iyi geliyordu. Zaten özgür ruhluydum. Aklımı engelleyen, hayatımı engelleyen, çekip çekiştiren bir aile, bir baba yoktu. Tam tersine özgür bırakan, ne düşündüğüme, ne yapacağıma karışmayan, pasif davranarak destek veren bir baba vardı. Belki o dönemler çocukluktaki dayakların travması olmasaydı kalbimde farklı bir baba gelişebilirdi. Hatırladığım bir şey var. Hiçbir zaman babaların hayırsız evlat dediği bir evlat olmamıştım. Zaten namazımı kılar, orucumu tutar, ağzımdan küfür çıkmayan biriydim. Etrafındaki gençler gibi sigara içmezdim. Hatta sigara içenleri hiç sevmezdim. Yalan söylemekten nefret ederdim. Nail Hoca İslam açısından, Ali Ekber Dereli siyasal açıdan beni ateşlemişti. Zaten okumayı çok seviyordum. İlkokulda kitap kolundaydım. Ortaokul ve lisede kütüphane görevine seçilmiştim. Okuyordum öyle böyle değil!
Lise fark derslerinin hepsini veremedim. Edebiyattan kalmıştım. Lisedeki edebiyat bizim Ticaret Lisesinde gösterilen edebiyattan daha farklıydı. Ali Ekber Dereli’yle buluşarak Ankara konusuna evet dediğimi bildirdim. Ankara’ya telefon etti. Beni bekleyeceklerini söyledi. Eve gittim, yatağı, yorganı, yastığı, üstümü başımı ayarladım. Annem bulgur, makarna gibi şeyler koydu. O dönemlerde bulgur kendi tarlamızın buğdayından, makarna ise annemin yaptığı ev makarnasındandı. Ben evini sırtına yüklemiş Ankara yolundaydım.
1969 yılının Ekim aylarıydı. Akçağ yayınları Ankara Beşevlerin girişindeki otobüs durağının yanındaydı. Beni Akçağ’ın Ankara Beşevler şubesinin müdürü Ahmet Ünalmış karşıladı. Ahmet Ünalmış benden altı yedi yaş büyüktü. Konya’nın Hadim ilçesinden Ankara’ya gelmişlerdi. Abisi İsmail Ünalmış Akçağı kurmuş başkanlığını yapıyordu. O dönemler Akçağ bünyesinde toplanan üniversiteli gençler Necip Fazı hayranı, Erbakan’ı takip ediyorlardı. Ben yayınevinin altındaki depoda bir yer ayarlayıp yatağı yaptım. Akşamları orada kalacaktım. Bina kaloriferliydi. Kazandan gelen sıcak su boruları benim üstümden binaya yayılıyordu. Bu nedenle hiç soğuk görmeyecektim. Tabii o dönemin kaloriferleri kömürlüydü. Kömürleri yazdan alındığı için kışı atlatıyorlardı. Bugünkü gibi elektrikli, fueloil veya doğalgazlı değildi. Sıcak suyun kalorifer tesisatında dolaşması buhar gücüne dayandığı için elektriğe de gerek yoktu. Diğer kalorifer sistemleri hep elektrik enerjisine ihtiyaç duyduklarından elektrik arızalarında ya da kesintilerinde kaloriferler işe yaramıyordu. Kömürlü kalorifer tesisatı bu açıdan çok iyiydi.
Akşamları bir yere gitmediğim için bütün günlerim yayınevinde geçiyordu. Tek sıkıntım tuvaletti. Yayınevinin tuvaleti yoktu. Bana en yakın cami yürüyerek 15 dakikaydı. O zamanlar her benzinlikte tuvaletlerde yoktu. Tuvalete gitmek için tuvaleti olan benzinlik bulmak gerekiyordu. Zamanla hepsini öğrendim. Gece vakitlerinde çok sıkışırsam küçük tuvalet ihtiyacımı evlerin arasındaki ağaçlara gizlenerek yapıyordum. Tabi büyük tuvalet bu açıdan mümkün değildi. Akşamları üniversiteli abiler geliyor, onlara çay demliyordum. Onlar bana bir şeyler anlatıyorlardı. Özellikle her biri kendine göre bana okuyacağım kitapların listesini yapıyordu. Bir gün biri kız üç kişi girdi. Biraz oturduk. Kendimden söz ettim. Çay yapmıştım onlara ikram ettim. Onlar solculardı. Bana Karl Marks okumamı önerdiler. Olur dedim. Bana ertesi gün Karl Marks’ın kitabını getirdiler. Başladım okumaya! Benim Karl Marks okuduğumu gören abiler şaşırdılar. Kimi kızgınlıktan ne söyleyeceğini bilemedi. Kimi aferin her şeyi oku diye teşvik etti. Ancak müdürüm Ahmet Ünalmış duyunca kızmıştı. Hatta arada laf çakardı. “Ali Ekber aramıza casusu olarak bir solcu göndermiş.” Zaten Ahmet Ünalmış’tan hiç hoşlanmamıştım. Çünkü nefret ettiğim sigarayı içiyordu. Üstelik namaz kılmıyordu.
Bir gün içeriye birisi girdi. “Ali Ekber’in gönderdiği çocuk sen misin?” dedi. “Evet!” dedim. “Hoş geldin. Nasıl alışabildin mi?” “Evet!” Meğer gelen Ahmet Ünalmış’ın ağabeyi, Akçağ yayınlarının başkanı İsmail Ünalmış. Başkan yaklaşık 35 yaşlarında! Üniversitesi tamamlamıyor. Yanlış hatırlamıyorsam Türk Tarih Dil Fakültesinde okuyordu. Son sınıftan atılmış. Af çıkarsa tekrar atılacakmış. Zaten amacı okumak değil, Allah için mücadele vermekmiş. O gelmeden hakkında epey şey duymuştum. Kavgadan dövüşten hiç korkmayan! Her şeye dalan! Sinirli, öfkeli, ağzı laf yapan, yumrukları güçlü biriydi. Eee kolay değil. 69 kuşağı. Fikir hareketlerinin Türkiye’de başladığı tarihler. Özellikle solcular çok aktifler. Böyle bir zamanda benim gibi pısırık, korkak, çekingen olmak işe yaramıyor.
İsmail Ünalmış deli dolu biriydi. Konuşmaya başlayınca mangalda kül bırakmıyordu. Kadir Mısıroğulu ile yakın arkadaştılar. Kadir Mısıroğlu’da o zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Lozan anlaşması, Mustafa Kemal hakkında çok ciddi şeyler söylüyordu. Lozan zafer mi hezimet mi diye kitap yayınlamış, Lozan’ın işgal kuvvetlerinin dayatmasıyla Osmanlının yıkılışına imza atıp ülkeye ihanet etmek olarak tanımlıyordu. Bir gün Kadir Mısıroğlu ile birlikte İsmail Ünalmış geldi. Diğer arkadaşlara da haber vermişler. Akçağ yayınlarında baya kalabalıktık. İslam devletinden, hilafetin kuruluşundan söz ediliyordu. Mustafa Kemal’in ülkeye yaptığı ihanetler sıralandı. O zamanlar ben hiçbir şey bilmeyen gencim. Isparta’dan yakın arkadaşım Mustafa Ali Yiğit de gelmişti. İsmail Ünalmış ve Kadir Mısıroğlu konuştukça üniversiteli arkadaşlar heyecanlanıyor, yerinde duramıyorlardı. O an onlara bir hedef gösterilse gidip yakacaklar, yıkacaklar, her türlü kavgayı çıkaracaklar. Arkadaşım Mustafa Ali ile şaşkın şaşkın dinliyoruz. Bir ara ben bir soru sordum: “Abi İslam devleti kurulunca ne olacak?” Verilen cevap ilginçti. O zamanlar İslam ülkeleri toplantıları yapılıyor, Türkiye girmiyordu. Türkiye’de İslam ülkeleri toplantılarına girip girmemek laiklik açısından tartışılıyordu. Erbakan İslam ülkeleri toplantılarına Türkiye’nin girmesi gerektiğini söylüyordu. Verilen cevapları şöyle özetleyebilirim: “Türkiye Cumhurbaşkanı namaz kılıp oruç tutacak. Türkiye İslam ülkeleri toplantılarına girecek. Devlet dairelerinde sakal serbest olacak. Kadınlar başörtüleriyle çalışabilecekler. Meclisin yanına cami yapılacak. Devlet memurlarının namaz kılmaları engellenmeyecek.” Bugün bu kafada olanlar Türkiye’ye İslam geldiğine inanıyorlar. Çünkü zaten beklentileri buydu!
Bir gün akşamüzeri birkaç üniversiteli abim geldi. Dediler ki; “Necip Fazıl dernekte konferans verecek. Seni de götürelim.” Ben istemiyorum dedim. Niye diye sordular: Hiç dedim. Aslında Necip Fazıl’ın namaz kılmadığını, sigara içtiğini duymuştum. Ben ise sigara içenlerden ve namaz kılmayanlardan nefret ediyordum. O günkü çocuk duygularım böyleydi. Onun için o dönemler Necip Fazıl’ın kitaplarından hiç okumadım. Abilerim ısrar edince gitmek zorunda kaldım. Biz varıncaya kadar çoktan konferansın sonuna gelmiş. Son sözlerini söylüyordu. Sıra soru cevap kısmına geldiğini Mustafa Yazgan söyledi. Necip Fazıl pofur pofur sürekli sigara içiyordu. Öyle hiç ara vermeden! Sigara biter bitmez arkasından diğeri yanıyordu. Hayretler içinde kalmıştım. Hiç böyle sigara içen görmemiştim. Neyse! Birisi soru sordu. Soru sorana “Konferansta bir saattir anlatıyorum hâlâ anlamadın mı? Sen geri zekâlı mısın?” deyince beni konferansa getiren abime neler oluyor dercesine dönüp baktım. Sonra biri daha soru sordu. Ona da benzeri bir fırça, bir azarlama! Yanımdaki abime “Olmaz böyle şey!” deyip toplantıyı terk ettim. Bilmediğim Ankara sokaklarında sorarak Beşevler’deki Akçağ yayınlarına geldim. Sinirimden saçlarım diken diken olmuştu. Üniversiteli abilerin bu insanı bu kadar sevme nedenlerini anlayamamıştım. Adamın gençlere, soru soranlara hiç saygısı yoktu. Nefret ettim! Yanlış hatırlamıyorsam bu olaydan sonra iki yıl falan hiç kitaplarını okumadım. Akçağ yayınlarının tamamı Necip Fazıl hastasıyken ben Necip Fazıl düşmanı ilan edildim.
Bir akşam o zamanlar 56 yaşında emekli olmuş Mustafa Asım Köksal amcam geldi. Mustafa Asım Köksal İslam tarihinin yazarı. Ciltler dolusu kitap yazmıştı. O kadar iyi bir adamdı ki; her zaman gelsin isterdim. Çayla birlikte çok güzel sohbetler ederdik. Bana harika, bilgi, duygu dolu nasihatler ederdi. O gittiği zaman yazdığı kitaplara bakardım. Kendi kendime bu yaşta bu kitapları nasıl yazıyor diye sorardım. Maşallah! Hem okuyor hem yazıyor. O dönemlerde çok insana nasip olmayacak bir cesaret, bir gayret! Yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık 25-30 kere falan yayınevini ziyarete gelmiş, güzel sohbetler yapmıştık.
Minyeli Abdullah’ın yazarı Ömer Okçu müstear ismi Hekimoğlu İsmail de arada bir gelirdi. Ömer Okçu o zamanlar 37 yaşında olgun bir ağabeydi. Henüz şimdiki gibi meşhur değildi. Yazdığı Minyeli Abdullah tutulmaya başlamıştı. Sık sık onunla da sohbet ederdik. Asker kökenliydi. Askerlikte edindiği tecrübelerden söz ederdi. Sohbetini severdim.
Üniversiteli abilerim gelmediği zamanların bir kısmında yürüyerek Ulus’a, oradan Kızılay’a, oradan Bakanlıklar civarından Emek mahallesine, oradan yayınevine gelirdim. Bazen de tersini yapardım. Emek mahallesinin son tarafına Arı sineması açıldı. Sinemayı eskiden beri çok severdim. Neredeyse hafta bir gün Arı sinemasına gitmiştim. Arı sinemasının oradan Polatlı tarafına baktığımızda hiçbir şey yoktu. Bağlık, bahçelik, uzakta köyler vardı. Karanlık gecelerde görüntü baya korkutucu olurdu. Şimdi bakıyorum da Arı sineması şehrin içinde kalmış. Benim Ankara’da olduğum zamanlar Arı sineması Ankara’nın güneyindeki son sınırdı.
Ankara günlerimin değişik anılarımdan biri hamamlardı. Genciz, artık bazı geceler hamamcı oluyordum. Tabi yayınevinde tuvalet yok. Hani tuvalet olsa, soğuk su ile bile hortum vasıtasıyla yıkanırdım. Hamam olmadığı için abilerimden öğrendiğim Ankara’nın Cebeci mevkiindeki hamamlardı. Gece erken saatlerde açık olacağı için sabah ezanı okunmadan kalkan, ilk otobüslerle Cebeci’ye gider, hamamı yapar gelirdim. Ankara’nın soğuk kış günlerinde sabahın erken saatlerinde dışarıya çıkmak baya tehlikeliydi. Ortalık neredeyse buz keserdi. Benim gibi kaloriferli yere alışmış biri için tehlikeliydi.
O dönemler Türk Filmlerinden hatırlayacaksınız özellikle genç kızların çok kısa mini etek giydikleri, açıklıkta saçıklıkta level atlatıldıkları bir dönemdi. Özellikle bazı lise ve üniversiteli genç kızlar sınırsız hareketler sergiliyorlardı. Solcuların “Savaşma seviş!” sloganı, bitli turistler dediğimiz Avrupalı yaya, otostopçu gezgin turistler hiçbir ahlaki sınır tanımıyorlardı. Sanki birileri o tarihlerde düğmeye basmış bütün dünyaya ahlaksızlığı yayıyor, bu konuda genç kızları kullanıyorlardı. Üniversiteli Müslüman abilerimiz bundan son şikâyetçiydi. Özellikle otobüslerde sıkıştırma yoluyla gençlerin çok taciz edildiğinden söz ediyorlardı. Hatta bazıları otobüsten iner inmez gusül için hamam gittiklerinden söz ediyordu. Özellikle okul çıkışlarında yaşanılan bu durumlar içler acısıydı. Ankara sanki bu konuda uygulama laboratuvarı gibiydi. İstanbul, İzmir’de sinema sanat sektörü, Ankara’da eğitim sektörü, bu konuda baya ilerideydi.
Ülkenin başında Süleyman Demirel vardı. Süleyman Demirel geniş yapısıyla, karnı geniş bir adamdı. “Ben yolları sağlam yaptım. Yaptığım yollar yürümeyle aşınmaz.” Diyerek, yürüyüşlere izin vermiş, fikirsel tartışmalar havada uçuşuyor. Üniversiteler ülkücüler ve solcular tarafından parsellenmişti. Bazı fakülteler solcuların, bazıları ülkücülerindi. Müslümanlar arada kaynıyordu. Çalıştığı Akçağ yayınlarının vitrininden içeriye bakan solcular, burası gerici yobaz kitabevi diye, vitrine baştan sona “Kahrolsun Amerika – Kahrolsun Emperyalizm!” diye ufak yapışkan kâğıtlar yapıştırıyorlardı Sanıyorum beş altı kez öğleye kadar o kâğıtları temizlediğim olmuştur.
Ali Ekber Dereli Eskişehir Sanat okuluna Elektrik öğretmeni olarak atandı. İnsan ilişkileri güçlüydü. Cevvaldi. Hemen bazı arkadaşlarla tanışmış, Eskişehir’e Akçağ’ın şubesini açma eylemini gerçekleştirmişti. Açılış için Ahmet Abi, ben, birkaç üniversiteli abimizle birlikte trene binerek Eskişehir’e gittik. Orada Atasoy Müftüoğlu’yla tanıştım. Akçağ’ı açıp yönetenlerdendi. Vaz Alâeddin, öğretmen Ali Ekber Dereli, isimlerini şu an unuttuğum birkaç üniversiteli abimiz, halktan birkaç kişi! 1970 yılında Eskişehir İktisadi Ticari İlimler Akademisinde okumaya başlayınca Eskişehir Akçağ ilk uğrak yerim olmuştu. Atasoy Müftüoğlu o zamanlar yanlış hatırlamıyorsam Eskişehir Belediyesinde çalışıyordu. Benden dokuz yaş büyüktü.
Çalıştığım yayınevinin yanında Alevi bir bakkal vardı. Karısı ve kızıyla çalışıyorlardı. Çok şişman biriydi. İnadına karısı ve kızı inceciklerdi. Müdürümüz Ahmet Ünalmış’a çok kızardı. Çünkü Ahmet Ünalmış ekmek aldığı zaman elini arkasına koyarak dükkândan çıkardım. “Utanmaz bu ne biçim Müslüman ekmek gibi bir nimeti kıçının üstüne koyarak götürüyor.” derdi. Bir gün Ahmet abiye söyledim: “Pis alevi kendine baksın!” demişti. Neredeyse bütün ihtiyaçlarımı bakkaldan peşin alırdım. Bir gün çeyrek ekmek, 50 gram zeytin, 50 gram peynir almak için girdim. O zamanlar ekmekler bütün, yarım, çeyrek satılırdı. Buzdolabım olmadığı için çay yapar gramla zeytin peynir alır yerdim. Alacaklarımı söyledim verdi. Parayı uzattım “Görmüyorsun başım kalabalık sonra ver.” dedi. Öğle yemeğimi çay, zeytin, peynir emekle yaptım. Bekâr işi işte! Paramı ödemek için bakkala girdim. Hesapla dedim. Yaptığı hesap yüksek geldi. “Her zaman alıyorum niye fazla hesap ettin?” diye sordum. Benim çeyrek ekmek yarım, 50 gram zeytin 100, 50 gram peynir 100 olmuş. Ben aldıklarımı söyleyince ben böyle hatırlıyorum demez mi? “Senin başın kalabalıktı karıştırmışsın!” dedim. “Günahı senin boynuna deyip hesabın yarısını aldı. Bakkaldan çıktım kendi işyerime girdim. Babam aklıma geldi. Kendi kendime söylendim: “Ulan baba! Neden hiçbir yere hesap yazdırmayacaksınız dediğini şimdi anladım. Benim on dakika önce yaptığım alış veriş iki misli oldu. Aylık hesaplar kim bilir ne olur? İyi ki bana peşin alış veriş düsturunu öğretmişsin. Değilse ben burada batardım.” Babamın nasihati, hatta bazen tehdidi fiilen haklı olduğunu ispat etmişti. Kendi kendime söz verdim: “Bundan sonra yazdırmak, hesaba almak yok."
Ekim ayında başlayan Ankara günlerim 1970 yılının Haziran ayında bitti. Artık Isparta’ya dönme zamanı gelmişti. Müdürüm Ahmet Ünalmış “Ispartalı bizi unutmazsın değil mi?” diye uğurladı. Yatak, yorgan, yastık ve giysilerden oluşan yükümü sırtlayıp otogara yürümek istedim. Otogar şimdiki Ankara tren garının yerindeydi. Şimdi orası EGO olmuş. Beşevler’den oraya yüksüz yarım saatte gidiyordum. Ahmet Abi “Dur bakayım! Sen bu yükle otogara nasıl gidersin?” deyip hemen bir taksi çağırdı. Taksiciye otogar parasını vererek uğurladı. Sağ olasın Ahmet Abi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder