Babam soruyor: “Nereden buldun bu eli kürek gibi adamı?” Sözünü ettiği kişi Abdurrahman Dilipak’tı. Gerçekten değişik bir vücut yapısı vardı. Elleri, parmakları çok uzundu. Tokalaşmak için elini uzattığında sanki kolunu kavramış gibi olurdun. Gözleri çok farklıydı.
1970 yılının Haziran ayında Isparta’ya döndüm. Fikrim, yaşam biçimim Ankara’ya gidişim gibi değildi. Çok farklı bir kimlik, çok farklı bir kişiliğe ulaşmıştım. Eskiden fikri, felsefi kitaplar okumamıştım. Ankara’da yayınevinde bulunan, başka yerlerden aldığım kitapları okudum. O kadar çok okuyordum ki günde neredeyse 250-300 sayfayı buluyordu. Eskiden tanıdığım Müslüman kardeşlerimin yanına gittiğimde yabancı birini gördüm. Milliyetçiler derneğinde kalıyordu. O dönemler henüz Akıncılar, MTTB, Ülkücü dernekleri yoktu. Milliyetçiler derneği vardı. Oraya milliyetçiler, dindarlar, muhafazakârlar gelirdi. Sonradan ayrışmalar başladı. Milliyetçiler derneğinden başka Aykut Edibali’nin kurup yönettiği Milli Mücadele dernekleri vardı bizim onlarla pek ilgimiz yoktu.
Milliyetçiler derneğine uğradığımda orada eski arkadaşlarla birlikte hiç tanımadığım biri vardı. Kendini tanıştırdı. “Ben Abdurrahman Dilipak!” Ben Ankara’da iken Isparta’ya gelmiş. İmam Hatip okulunda dışarıdan okuduğunu söylüyordu. Judo hocasıydı. Valiliğe bağlı spor salonunda gençlere judo dersleri veriyordu. Spiritüalizm diye bir şeye inanıyordu. Hipnotizma yaparak insanları uyutuyordu. Milliyetçiler derneğinde yatıp kalkıyordu. Yattığı yerde yatak yoktu. Sadece tahtadan yapılmış bir sedir gibi şeyin üzerine battaniye serilmişti. Bir yastık ve battaniye! Başka bir şey yok. Zaten yaz gelmiş havalar ısınmıştı. Koyu bir Erbakan taraftarıydı. Milli Nizam Partisinin adeta sözcüsü gibiydi. Hasan Aksay dayısı oluyordu. Çok kitap okuyor, konuşması, üslubu gayet iyiydi. Birkaç defa hipnotizma seanslarına katıldım. Gerçekten bazı insanlar uyuyordu. Uyuduğunda ne sorarsa cevap veriyorlardı. Yalan söylemeleri mümkün değildi. Bir gün Milliyetçiler derneğine gittiğimde onun birini uyuttuğunu ona Isparta’daki bazı arkadaşlar hakkında sorular sorduğunu gördüm. Beni görünce hemen uyandırdı. İşkillenmiştim. “Ne oluyor burada?” diye sorduğumda “Bazı arkadaşların hareketlerinden şüphelendim. Onun için soruyordum.” dedi. Tabii çok fazla tanımıyorum. Dediği arkadaşları da tanımıyorum. Sanıyorum ben Ankara’da iken Isparta’da yaptığı faaliyetler sonucunda tanıştığı kişiler. Beni ilgilendiren bir şey yoktu.
Abdurrahman Dilipak ile birlikte sık sık parkta, piknik alanlarında, evlerde gençlerle sohbet yapmaya başladık. Nedense ben konuşmaya başlayınca genelde katılmıyordu. Ancak katıldığı zamanlar çok güzel şeyler anlatıyordu. Belli ki o zamanlar için benden daha iyi bilgilere sahipti. O dönemlerde Mustafa Kemal’in arkadaşlarından ki, sonradan düşman olmuşlar, Rıza Nur’un (Lozan Anlaşmasının altında imzası var.) Dört ciltlik hayat ve hatıratımı el altından gizlice satmaya başladık. Gizlice satıyorduk çünkü yasaktı. Ayrıca Kadir Mısıroğlu’nun konferanslarına ait kasetleri gençleri toplayıp dinletiyorduk. Bir gün Abdurrahman ile babamın işyerine uğradık. Tokalaşınca elleri babamın kollarını sardı. Babam zaten biraz kısa ve çelimsizdi. Abdurrahman ise uzun boyluydu. Babam çok şaşırmıştı. Daha sonra bana “Nereden bu eli kürek gibi adamı?” diye sormuştu. Bende gülmüştüm.
Artık her gün Abdurrahman ile birlikte olmaya başladık. Her fırsatta gençleri bir araya getiriyor sohbet ediyorduk. Bir gün şehrin merkezindeki Atatürk parkında masaları birleştirmiş, bazı solcuları karşımıza almış tartışıyoruz. Benim Ankara’da kalmamın, orada Karl Marks’ın Kapital kitabımı okumanın yararı vardı. Solculara şunları soruyordum: “Karl Marks’ı okudunuz mu?” Çıt yok. “Siz ne biçim solcusunuz? İnsan arkasından gittiği adamın kitabını okumaz mı? Hem Marksist’siniz hem adamın kitabını okumamışsınız. Ben okudum!” deyip, kitaptan bazı pasajlar üzerine tartışmayı başlıyordum. Biri aklını kullanıp “Bize soruyorsun da sen Müslümanlık taslıyorsun Kur’an’ı okudun mu?” diye sorsa hapı yutmuştuk. O zamanlar henüz Kur’an’ı anlayarak okumamıştık. Ancak solcuların kafası o kadar basmıyordu. Ankara’da kaldığım için soruyordum: “Sizin Vehbi Koç’un yurdunda ne işiniz var? Ankara’daki solcu arkadaşlarınız olayları çıkarıyor. Sonra Vehbi Koç’un yurduna kaçıyor. Polis yurda giremiyor. Sizler güya sermaye düşmanısınız. Ülkenin en büyük sermayedarının yurdunda ne işiniz var. Yoksa sermayenin kucağında mı solculuk, Marksist geçiniyorsunuz?” Ne demişler. Bilgi en büyük silahtır. Evet, ilgi en büyük silahtı. Okuyorduk. Solcuların kitaplarını okuyorduk. Onlar bizim kitapları okumuyordu. Ankara’da kaldığımız için olay çıkarıp Vehbi Koç’un yurduna sığınanları biliyorduk, ses çıkaramıyorlardı. Tüm söyleyecekleri şeyler iflas ediyordu. Konuşmalar sırasında diğer masalardan katılımlar olmaya başladı. “Biz de dinleyebilir miyiz? Biz de katılabilir miyiz?” Sanki büyük bir açık konferans ortamı doğmuştu. Etrafımızda insanlar ayakta sıralanmaya başladı. Sürekli ayaktaki insanlar artıyordu. Biz Abdurrahman ile ortada kaldık. Herkesi heyecanlı bir şekilde solcularla yaptığımız tartışmayı dinliyoruz zannediyoruz. Bastırdıkça bastırıyoruz. Akşam ezanı okununca dağıldık. Ben parktan çıkıp Aksu Caddesi üzerinde eve doğru giderken dört beş genç geldi. “Sana bir şey söyleyeceğiz.” “Buyurun!” “Cesaretinizi takdir ettik ama hayatınız tehlikedeydi.” “Niye, nasıl?” “Siz konuşurken solcular adamlarını toplamaya başladı. Etrafınızı sardılar. Bunu görünce biz de arkadaşları topladık onların etrafını sardık. Eğer size bir şey yapmaya kalksalardı anında el koyacaktık. Aman dikkat edin! Bu solculara güvenilmez.” Şaşırmıştım. Teşekkür ederek ayrıldım. Vakitleri olursa yarın parkta buluşabileceğimizi söyledim. “Merak etmeyin her fırsatta eli boş arkadaşlar parka sizi takip edecek.” dediler. Tanımıyordum. Hayretler içinde kaldım. Ertesi günü Abdurrahman’a olayı anlattım. Onu da bir grup beni uyardıkları gibi uyarmış. Ancak şöyle bir şey oldu. O günden sonra solcular parklarda görünmez oldu. O dönemler Isparta’da dört park vardı. Merkezde en büyüğü olan Atatürk parkı! Şimdiki stadyumun orada (eskiden de orada stadyum vardı) stadyum parkı. Tren istasyonundaki İstasyon parkı! Bir de şimdiki Tuhafiyeciler sitesinin karşısında park vardı. Bizim giremediğimiz astsubayların, subayların parkından söz etmiyorum. Onları saymadım. Artık parklar bizimdi. Solcular evlerine çekilmişti. Görünürde iyi gibi görünen bu olay hiç de iyi olmadı. Çünkü solcular parklarda bir şey yapamayınca hücre faaliyetine başladılar. Ortalıkta gençleri pek görmez olduk. Solcularla tartışma sohbet imkânı olmayınca biz de Milliyetçiler derneğine gelen, Abdurrahman’ın Judo hocalığı yaptığı yere gelen gençlerle sohbet etmeye başladık. Arada Milli Nizam Partili dindarların ev toplantılarına da katılıyorduk.
Bir gün Abdurrahman’a sordum: “İnsanları nasıl uyutuyorsun?” Bana doğru elini uzattı, avucunu yukarıya doğru açtı sonra kapatarak; “İste olur.” dedi. Abdurrahman’ın hipnotizma seanslarından kopya çekerek evde kız kardeşlerim üzerinde uyutma işlemini uygulamaya başladım. Benim küçüğümün küçüğü baya uyumuştu. Hatta öyle bir noktaya geldi ki; hiçbir eylem, hiçbir telkinde bulunmadan “Uyu!” dediğim zaman uyumaya başlamıştı. Daha sonraki yıllar Seyyid Kutub’un Fî Zılâl'il Kur'an tefsirini bazı arkadaşlarla toplu okumaya başladık. O zamanlar Abdurrahman İstanbul’a gitmişti. Ben hipnotizma yapma işini baya ilerletmiştim. Fî Zılâl'il Kur'an’ı okurken Bakara suresinin 102. ayetine geldik. Allah ondan razı olsun! Seyyid Kutub ayetle ilgili geniş bir açıklama yapıyor. Ardından hipnotizma ve spiritüalizm konularına giriyor. Bu yolla insan iradesinin üzerine egemenlik kurulduğu için büyücülükle aynı olduğunu, bu nedenle büyüyü şirk, haram kabul eden Allah’ın ayetleri dikkate alındığında hipnotizma yoluyla insan aklına, insan bedenine egemenlik kurmanın haram ve şirk olacağını söylüyordu. Açıklamaları defalarca okudum. Bildiğim ilmine güvendiğim hocalara sordum. Onlar teyit edince hipnotizmayı bıraktım. Abdurrahman’a da bir mektup yazarak durumu anlattım. Artık ne yaptı bilmiyorum. Sonraki yıllar yavaş yavaş görüşmelerimiz kaybolup gitti.
Üniversite imtihanlarına girdim fakat umduğum gibi geçmedi. Lise fark derslerim hala duruyordu. Edebiyat dersinden zorluk çekiyordum. Lisede okuyan bir arkadaşla tanışmıştım. Ondan rica ettim. Edebiyat bölümü mezunuydu. Onunla edebiyat çalışmaya başladık. Arada Lozan, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşla ilgili konuşmalar yapıyorduk. Arkadan Atatürk’ü seviyor laf söyletmiyordu. Bu ara Kadir Mısıroğlu’nun Çanakkale savaşlarıyla ilgili bir konferansı vardı. Savaşla ilgili ilginç sözler söylüyordu. Bilinenlerin tersine faklı şeyleri İngiliz kaynaklarına göre söylüyordu. İşgal kuvvetlerinden İngilizler donanma ile Çanakkale boğazından geçmek istediler. İngilizler Çanakkale boğazını geçememişlerdi. İngiliz donanması büyük bir bozgunla geri dönmüştü. Donanmanın komutanı İngiliz General Cecil Faber Aspinali Oglander İngiltere’de yargılanır. General yenilgisinin nedenlerini açıklar. Sonra Çanakkale savaşı ve Gelibolu harekâtı ile ilgili kitap yazıyor. Bu kitap Türkiye’de basılmış. Kadir Mısıroğlu kitabın İngilizce baskısından İngilizlerin niye yenildiğini anlatıyordu. Generalin yazdığına göre İngilizler Gelibolu’da kendi askerlerini gemilerden bombalamışlar. Bu olay şöyle olmuş. İngiliz donanması Gelibolu sahilini ve sırtlarını bombalamaya başlayınca Osmanlı Ordusu geri çekilmiş. Bombalama sırasında sahile çıkarma yapmak için filikalardaki İngiliz askerleri, Osmanlı ordusunun sahili boşalttığını görünce sahile çıkış yapmışlar. Bombalamanın tozu, dumanı nedeniyle donanmadakiler sahildeki askerleri Osmanlı ordusu zannedip bombalamaya devam etmişler. Benzeri harekât Kıbrıs savaşında da olmuştu. Türkiye uçakları Kıbrıs’a çıkarma yapmaya giden Türkiye gemisini Yunan gemisi zannederek batırmıştı. İngiliz general bunları anlatıyor. Kadir Mısıroğlu kitabın ismini veriyordu. Arkadaşla birlikte Isparta kütüphanesine gittik. Kitabı bulduk. O da ne? İngiliz Generalin Gelibolu harekâtı ile ilgili bölüm Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı görüldüğünden çıkarılmıştır yazıyordu. Pes!
Bu olay ikimizi de şaşırttı. Böyle bir şey olmamalıydı. Bir olayın anlatımı tek taraflı olmamalıydı. Tarih denilince sadece Türkiye Cumhuriyetinin resmi tarihi olamazdı. Osmanlı ile savaşan İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Kurtuluş savaşını yapan Yunanlıların da tarih kitapları vardı. Biz sadece Türkiye Cumhuriyetinin ağzından olayları okursak doğru olma ihtimali neydi? Hani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumuz için bizimki doğru onların ki yanlış diyebilirdik. Ancak aynı şeyi İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar da diyecekti. “Bizim ki doğru onların ki yanlış.” Herkesin birbirini yanlışlıkla suçladığı kendisini doğru gördüğü yerde; doğru var mıdır?
Bir ülke savaşta başka bir ülkeyi yeniyor. Yendiği ülkeye girip ele geçiriyor. Yenen ve ülkeyi ele geçiren fetih derken, yenilen ülkenin tarihçileri işgal diyor. Fetih anlayışı ile işgal anlayışı farklı mı? Elbette farklı! Galipler fetih diyor, mağluplar işgal diyor. Peki, hangisi doğru? İşgal edilmiş ya da fethedilmiş bir ülkenin yerlileri ülkelerini kurtarmak için savaşıyor. Savaşan halk kurtuluş ordusu oluyor, fetheden ya da işgal edenler için kurtuluşları için savaşan halk terörist oluyor. Hangisi doğru?
Kanımca biz hiçbir zaman tarih okumuyoruz. Daima resmi ağızların, galiplerin yazdıkları tarihleri okuyoruz. Osmanlı fetihleriyle övünüyor. Fethettiği ülke halklarının yazdığı tarihle Osmanlı işgali diyor. Osmanlı işgale karşı savaşan Batı toplumlarına isyancılar, çeteler, caniler diyor. Onlar ise kurtuluş kahramanları diyor.
Tarih belgelere dayanmalıdır. Peki, belgeler kimin, kimlerin elinde? Mesela Osmanlının son zamanlarındaki savaşlarla ilgili belgeler, kurtuluş savaşı diye bildiğimiz savaşla ilgili belgeler kimin, kimlerin elinde? Bizler halk olarak bu belgelere ulaşabilir miyiz? Yetkililer devlet sırrıdır diye yasak koyabilir mi? Onu bırakın, Türkiye’deki Tarih okutan Fakültelerdeki Akademisyenler Genelkurmayın elindeki belgelere yüzde yüz ulaşabilir mi? Yoksa bir yerden sonra bundan ötesi yasak denilebilir mi? Mesela; ben soruyorum: 1923 yılı 29 Ekim ayında cumhuriyet ilan edilmeden önce neden 1923 yılının Mayıs ayında İngiliz-Hollanda ortaklığındaki SHELL şirketine Türkiye’de kurulma izni verildi. Soruyu daha da genişletelim: İngiliz-Hollanda ortaklığındaki SHELL şirketinin Türkiye’de kurulmasına izin verilmeseydi Cumhuriyet ilan edilebilir miydi? Daha da soruyu genişletelim: SHELL şirketi hangi haklarla Türkiye’de faaliyetlerini sürdürecekti? Bütün bu konularda yeterli bilgiye ulaşma imkânımızın olmadığını düşünüyorum. Sorularımız hep havada kalacak, egemen güç ne diyorsa ona inanmak zorunda kalacağız.
Kanımca tarih önce belgeler üzerinden yazılmalı ve okunmalıdır. Belgesiz yazılanlar karşılıklı okunmalıdır. Lehte ve aleyhte yazılanlar okunmadan gerçekler üzerine konuşma imkânımız olmaz. Böyle tek taraflı bir tarih okuması bize gerçekleri yansıtmaz. Hele belgelerin tamamının sergilenmediği konular daima şüphe götürür. Üstüne bir de bizim yasalarımıza göre bu ölümde anlatılanlar yasak deyip sınır getirirseniz, o zaman tarih, tarih olmaktan çıkar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder