25 Aralık 2022 Pazar

Babam ve Ben 1 (Önsöz)

                                                              ÖNSÖZ

 Her babanın çocukları üzerinde olumlu olumsuz izleri vardır. 

Elbette benim babamın da benim üzerimde izleri vardır. Onun için geçmişe bakarak babamın merkez olduğu bazı anıları yazmak istedim. 

Anılarımın içinde iç açıcı olmayanlar da var. Ders alınası konular da var. 

Anılarımı Facebook sayfamda paylaştığımda ilk zamanlar baya ilgi çekmişti. Sanıyorum sonradan sıradanlaştı. 

Her ne olursa olsun yaşanan yayandı bitti. Ölenler öldü gitti. Anılarımız yaşayanlara bir ders olarak kalacak. Şuan 72 yaşındayım. Ölümün bana ne zaman geleceğini bilmiyorum. 

Benden sonra kalacaklara, yarına ne bıraktığımız önemli! İnşallah iyi şeyler bırakmışızdır. 

                                                                 Bölüm 1

Babam ve ben hiç anlaşamazdık. Ben küçükken babamda kötü olan ne varsa vardı. Bense tam tersine bir hayat çizdim. Onun gibi olmadığım için hep "Sen adam olamazsın." derdi.  

Belki de benim yolumu çizen babamın olumsuz halleriydi. Ben hiç bir zaman ilkokul, ortaokul ve lise yıllarında babamdan harçlık almadım. Ne okula giderken ne de yaz tatillerinde! Onun için ilkokul çağlarında çalışmaya başladım. Çöplükten şişe toplayıp satardık. Sonra salyangoz toplayıp sattık. Ayakkabı boyacılığı sıradan işimizdi.  Hayatımın en zorlu işi ilkokul dördüncü sınıf ile beşinci sınıf arasındaki yaz tatilinde tuğla ocaklarında çalışmaktı. Sabah ezanlarıyla yola çıkar, yarım saat koşturarak tuğla ocaklarına giderdim. Güneş doğarken iş başlar, akşam ezanı okununcaya kadar sürerdi. Aynı yolu yorgunlukla yatsı ezanına kadar yürüyerek eve gelirdim. Bir yaz boyu. Orta okula gitmeye başladığımda daha kolay işler buldum. O dönemlerde Isparta halısının modellerini çoğaltıp satmaya başladım. İyi para kazanıyordum. Lise döneminde hep model satıp okudum. Üniversiteye kaydoldum ama hiç gitmedim. Isparta'da çalışıp sadece imtihanlara gittim. Okuduğum Eskişehir İktisadi Ticari ilimler akademisi okula gitmeden, bir defa dahi derse girmeden yedi yılda bitirdim. Birinci sınıfı direk geçtim. İkinci sınıfta arkadaş kazığı yiyerek sınıfta kaldım. Ondan sonra koptum. İkinci, üçüncü ve dördüncü sınıfları ikişer yılda tamamlayarak mezun oldum. 

Babam harçlık vermedikçe, okulda okurken yardım etmedikçe ben küçük yaşta para kazanmaya başlamıştım. Şimdi düşünüyorum da belki de babamın bana yaptığı en büyük iyilik buydu. Her zaman "Taş at kolun açılsın derdi." Sözün açılımı hayata kendin elini uzat alış anlamına geliyordu. Böyle bir terbiye ile yetişince yapamayacağım iş yok. Kimseye ihtiyacım yok. Kendim hayatımı kazanırım bilincini kazandım. 

Yolda sokakta veya mahallede muhtaç fakir, ihtiyaç sahibi gibi insanların varlığını işitiyorum. Merak ediyorum incelemeye alıyorum. Bakıyorum muhtaçlıkları, fakirlikleri, ihtiyaç sahibi oluşlarının nedeni genelde ya tembellik ya da hazırcılık. Geçmişimi hatırlayınca içimden "Asalaklar" kelimesi geçiyor. Şahsım adına genç bir adamın dilenmesi, muhtaç kalması bana garip geliyor. Milletin akşama kadar kahvede taş atması, sürekli çay kahve içmesi, kırk lira olan sigarayı alıp dumanını havaya üfürmesi, sonra açım demesi bana riyakarca geliyor. Bu türleri gördükçe içimden "Asalaklar" sesi yükseliyor. 

İnanıyorum ki Rabbimiz Allah bize istersek her şeyi kazanma gücü vermiştir. Yeter ki isteyelim. Asalak bir hayat yaşamaktansa alnı açık, arı namusu yerinde bir hayat yaşamak isteği ön planda olmalı. 

Ben muhtaç olmayı, ihtiyaç sahibi olmayı olağanüstü şartlara bağlarım. Tembellik ya da asalak anlayışlarla ortaya çıkan muhtaçlığı asla kabul etmem! Olağanüstü haller nedir? 

Mesela kaza geçirip sakat kalır iş yapamaz hale gelirsin! 

Mesela amansız bir hastalığa yakalanırsın!

Mesela eşin, çocukların, annen, baban, kardeşlerin amansız bir hastalığa yakalanır, masrafların hakkından gelemezsin. 

Mesela yapabileceğin her şeyi yapar ama bir türlü işlerin rast gitmez. Saflığından, samimiliğinden hep kazık yersin. Böylelerine de güvenmem. Hayat safları, kontrolsüz samimi olanları sevmez. İnsan biraz akıllı, biraz açık gözlü olmalıdır. Kontrolsüz hiç bir şey iyi değildir. 

İnsan Rabbine güvenirse, kendine güvenirse, sağlıklı olduğu müddetçe kendine bakabilir. Eşine çocuklarına bakabilir. Hem de hiç kimseye muhtaç olmadan! Hayatta arla namusla yapılacak işler de var, arsız namussuz yapılacak işler de var. Seçim insana ait.

24 Aralık 2022 Cumartesi

Babam ve Ben 2

Babam da eski adamlar gibi biz okula gittiğimizde hocalara “Eti senin kemiği benim!” diye teslim ediyordu. Biz eti hocaların, kemikleri babaların çocuklarıydık. Analarımızın ise babalara karşı hiç sesi çıkmazdı. 

Okulda dayak evde dayak yiyen bir nesildik. Çünkü o devrin babaları da öğretmenleri de dayakçıydı. Öğretmenlerin kadın veya erkek olması fark etmiyordu. Benim bu sözüme bazı öğretmenler kızacaktır. Ancak ben yaşadığımız hayattan söz ediyorum. Çocukları seven, dayak atmadan öğreten öğretmenlere rastlamadık. Ha pardon bir tane rastlamıştım. O da Ortaokul sırasında İngilizce öğretmenimizdi. İngilizce öğretmenimiz pratik olarak İngilizce öğrenmiş. Sonra Milli Eğitim Bakanlığının imtihanlarına girip öğretmenlik belgesi almış. Birinci dönem birinci sınıfta bize girdi. Yarım dönemde biz İngilizce konuşmaya başlamıştık. Sonra alaylı öğretmensin diye görevini sonlandırdılar. Hatırladığım dayak atmayan tek öğretmen oydu. 

Bazı dayaklar insanda yara yapıyor. Çünkü hak etmediğinize inanıyorsunuz. Bazı dayakları hak ettiğinize inandığınız için üzerinde durmuyorsunuz. Mesela yaramazlık yapmışız, dayak hafif geliyor. Çünkü içinizde bir yer diyor ki; hak ettin! Dayak atan masum, sen suçlusun! Terbiye sistemimiz bu! Dayağı hak eden dayak yer. Bu altın kuralla yetişmiş bir nesil olarak dayak atmanın ve yemenin kurallarını içselleştirmiştik. 

İlkokul üçüncü sınıftı. On bir yaşındayım. O zamanlar yedi yaşında ilkokula başlıyorduk. Ben ekim doğumlu olduğum için sekiz yaşında okula başladım. Çünkü eylül ayında açılan okula yedi yaşında alınmamıştım. Babam lazım olanı değil istediği alırdı. Bana büyük bir okul çantası yerine küçücük bir çanta almıştı. İlkokul üçüncü sınıfta kitaplarımızın sayısı arttı. Kitaplar, defterler, kalemler, boyalar derken çantam almıyordu. Zar zor sıkıştırarak çantaya yerleştiriyordum. Okulda onu çıkar bunu çıkar zorlanıyordum. Yanımda Celal Kavak diye bir arkadaşım vardı. Onun çantası büyük ve geniş. Bazı kitap ve defterlerimi onun çantasına koymuştuk. Ancak okul bitişi almayı unutmuşum. 

Akşam babam bir arkadaşıyla eve geldi. Eve gelen misafiri tanıyordum. Birkaç defa gelmişti. Onun varlığı ile bugün dayaktan kurtuldum diye seviniyordum. Çünkü babam defter ve kitapların çantamda olmadığını anlarsa mutlaka döverdi. Yemek yedik. Evimiz çok odalı değil. Kış günü! Tek odada soba yanıyor. Soba yanan oda da annem baba ve küçük kardeşlerim yatıyor. Biz benden küçük kardeşimle soğuk odada yatıyoruz. Tabi akşam dersimizi birlikte kaldığımız sobalı odada yapacaktım. Babam yemekten sonra “Dersini yap öyle yat!” dedi. Tabii her zamanki gibi sert bir şekilde! Gelen misafir “Yapar babası! Baksana gözlerine fal taşı gibi açık.” diye benden yana olmuştu ama benim gözlerim aslında korkudan açıktı. Her an defter ve kitaplarımın eksik olduğunu babamın anlamasından korkuyordum. 

Odanın sessiz köşesine çekildim. Çantamı açıp defter ve kitaplarımı çıkardım. Meğer babam göz ucuyla beni seyrediyormuş. Hemen gelip kitap ve defterlerimi saydı. Eksik. “Nerede lan gerisi?” “Baba çantam küçük hepsini zor alıyordu. Bu nedenle arkadaşımın çantasına koymuştum.” “Ne demek lan çantam küçüktü. Okula giderken sığdı da okulda mı sığmadı?” der demez, pat küt, tekme tokat girişti. Misafir “Dur amca ne yapıyorsun?” Annem “Misafirin yanında dövme çocuğu!” dese de babamın kulakları tıkalıydı. Öfke gözlerini kör, kulaklarını sağır etmiş, papağan gibi aynı küfürleri, tehditleri savuruyordu. 

Okula eti senin kemiği benim diye gitmiştim. Okulda etim, evde kemiklerim kırılıncaya kadar dayak yiyen bir nesil olarak bugünün nesline bir şey diyemiyorum. Günümüzde öğretmenler çocuklara bir fiske vursa hayat ayağa kalkıyor. Elbet dayak kötü bir şey, ancak okuldaki yaramaz çocukları dizginleyen öğretmenler ne yapıyor doğrusu merak ediyorum. Çocukken öğretmen olmayı düşlüyordum. Düşlerimde çocukları dövmeyen öğretmen vardı. Ben çocukları dövmeyen öğretmen olacağım diye kendime sözler veriyor. Defalarca yeminler ediyordum. O gün dayaktan sonra zaten rahatsızlandım. Annem kucaklayarak soğuk odaya götürdü. Yün döşeğimizi serip içine yatırdı. Üzerime yün yorganı örttü. “Sesini çıkarma, ağlayacaksan içinden ağla, baban duyup gelmesin. Değilse kemiklerini kırar.” İçinden ağlamak nedir bilir misiniz? Aslında insanın içinden ağlaması, bağırarak ağlamaktan daha etkili, daha güçlüdür. Ben içinden ağlamayı öğrenen bir insan olarak aynı zamanda içinden gülmeyi de öğrenmiştim. Onun için beni kolay kolay ağladığımı gören olmaz. Aynı şekilde kahkahalarla güldüğümü de gören olmaz. 

Zorlu hayatlar, zorluklara karşı dirençli insanlar yetiştiriyor. Büyüdükçe zorlukların yaşanılan hayattan daha kolay olduğunu anlamaya başladım. Zorluklar, iradeye, azimle aşılıyor. Ancak baskı, şiddet, dayak aşılmıyor. Büyüdükçe dayak yememeyi öğrendim. Hatırlıyorum: Bir gün küçük kız kardeşimi dövmeye gelen babamın elinden tutmuş, “Bir daha kardeşimi döversen senin kemiklerini kırarım.” demiştim. Öyle sert bir şekilde söyledim ki gözlerime bakan babam korkarak geri çekilmişti. O günden itibaren evde dayak bitti. Demek ki itiraz önemliymiş. İnsanlar haksızlığa, zulme itiraz etmedikçe zalimlik sürüyor, zulüm sürüyor. Bu durum sadece bireysel insan ilişkilerinde böyle değil. Ailede, toplumda itirazlar yükselmedikçe zulüm yükseliyor. Özellikle devlet yöneticilerine karşı itirazlar yükselmedikçe zulüm alıp başını gidiyor. İşte görüyorsunuz. Avrupa’da gıdaya %5 zam geliyor. Toplum ayaklanıyor. Türkiye’de ise zamlar halkın umurunda değil. “Böyle gelmiş böyle gider.” kaderciliği Anadolu toplumunun yüreğine işlemiş. Anadolu tolumu değil %5, %500 zam gelse, hemen marketlere, toptancılara koşar, alabildiği kadar gıda maddesi alır. Çünkü daha fazla zam geleceğinden korkar. Korkularını yenip ayaklanmaz. Korkularını yenip Avrupalı insanlar gibi zamcı iktidarların canına okumaz. Korkularını yenip yalancı, madrabaz, çıkarcı, ikiyüzlü politikacılara karşı duramaz. Sürekli yağ çeker. Hani “Katiline âşık!” olmaktan söz edilir. Onun gibi “Anadolu toplumu zalimine âşık bir millettir.” Onun için Türkiye’de zamlar ayyuka çıksa, bütçeler yüzde yüz açık verse, cari açıklar her yıl açılsa, ülke borç batağında yüzse, her türlü felaket ülkenin kapısını çalsa, Anadolu toplumu “Rabbime şükürler olsun günümüze! Allah bizi daha beterinden korusun!” diye dua eder. Çünkü politikacılar, fikir adamları, din adamları, Türk felsefeciler halka bunu öğretmişlerdir. Anadolu toplumu şükrü bilen bir toplumdur. Şükürsüzlük Anadolu toplumuna yakışmaz. 

Eti senin kemiği benim diyen babaların yetiştirdiği toplum, politikacılarına âşıktır. Devletine âşıktır. Zulüm yapan zalimlerine âşıktır. Çünkü güçlü olanlar hak yemez, eğer bir şey yapıyorlarsa bir hikmeti vardır diye inanır. Hatta öyle ki kişiler ne kadar yalancı, ne kadar zalim, ne kadar güçlü olursa o kadar çok sevilir. Ast üst ilişkisi gibi daha güçlü, altındaki güçlüleri ezerek, toplumun en aşağısına kadar iner. Bu nedenle toplumun en aşağısı da kendinden üstteki tabakalara âşık olarak, taparak hayatını yaşar. Siz şiddeti işleyen dizilerin, filmlerin neden çok sevildiğini zannediyorsunuz? Toplumlar güce taparak yetiştirilmiştir. Okuldaki eğitimler, ailedeki eğitimler, iş hayatı, politika, devlet yönetimi ast üst ilişkisinde güce tapma esası taşır. Her üstteki alttaki için eti sizin kemiği bizim diye bakmaya başlar. İşte görüyorsunuz, gençlik konularını ele alan diziler çekiliyor. Okullarda zenginlerin şımarık, terbiyesiz, arsız çocukları, fakir, yoksul, zayıf ailelerinin çocuklarıyla alay ediyorlar, dövüyorlar, ellerinde ne varsa alıyorlar, suçlanan alay edilen, dövülen, elinden her şeyi alınan fakir, yoksul, zayıflar oluyor. Öğretmenler, okul yöneticileri, aile birlikleri hemen onları suçluyor. Kendi çocuklarında hiçbir kabahat bulmuyorlar. Çünkü bilinçaltlarında güçlü olanların zayıfları ezmeye hakkı vardır. Güçlü olanların zayıfların ellerinden her şeyi alma hakları vardır. Böyle bir bilgi, böyle bir bilinç daha çocukken yerleştiriliyor. Büyüyünce düzenin de böyle işlediğini görüyorsunuz. Güçlüler ezip geçiyor. Mahkemelerdeki avukatların zenginleri savunma argümanına bakınız. “Efendim suçlanan falanca kişi ülkenin namusuyla kazanan, vergisini veren şerefli biridir. Saygınlığı ortadadır.” Sanki karşı taraftaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için şöyle diyor: “Para kazanmaz. Zengin değil. Dolayısıyla vergisini vermez. Vergisini vermediği için şerefli değildir. Saygınlığı yoktur. Pespaye biridir. Böyle birinin yasalarda ne hakkı olsun ki?” Bu bakış tarzının nasıl oluştuğuna, nasıl geliştiğine dair bir bilginiz var mı? 

Güç her şeydir diye inanan bir toplum. Güce tapmanın felsefesini yapar. Güçlü tarihi kahraman, zengin, devlet yöneticisi, para babası, mafya lideri, çete lideri, patron, baba, aşiret ağası, köy ağası olabilir. Fark etmez. Merdiven ayakları gibi, en alttaki basamak, en üstteki basamak! En güçlü olan yani en tepedeki olan, bütün basamaklara basarak en üste çıkar. Düzen budur. Eti dışarıdaki güçlünün, kemiği evdeki güçlünün!

23 Aralık 2022 Cuma

Babam ve Ben 3

Hayatımda hiç unutamadığım olaylardan birini henüz ilkokula gitmeden yaşadım. Hasan Hüseyin isimli yeni doğmuş bir kardeşim vardı. Sanıyorum ben altı yaşlarda falandım. Hastaydı. Babamın doktora götürmediği hatırlıyorum. Keyfine göre ilaçlar alıp geliyor onları kullanıyordu. Eskiden eczacılar hastaların şikâyetlerine göre reçetesiz ilaç veriyorlardı. Gerçi şimdi de reçete ile verilen, reçetesiz verilen ilaçlar var. Annem aklına göre kocakarı ilaçları yapıyor, babam keyfine göre ilaçlar getiriyordu. Evimizin bir köşesinde halı dokunuyordu. Annem hem çocuğa bakıyor, hem halı dokuyor, hem ev işlerini yürütüyordu. Önceki gün akşam halı az dokunduğu için yine kavga ettiler. Benden iki buçuk yaş küçük kız kardeşimle ben yataklarımıza girmiş ağlayarak kavgayı yaşıyorduk. Babam bir yandan annemle kavga ediyor, dövüyor, diğer yandan mızıldamayın diye bize bağırıyordu. 

Sabah uyandığımda babam yoktu. Erkenden kalkmış işe gitmişti. Annem halı işlemiyor kendi kendine söylenerek bir şeyler yapıyordu. Meğer bizi alıp köye kaçacakmış. Dayımı bekliyor. Nereden nasıl haber verdiyse dayımı bekliyor. Dayım o zamanlar 15-16 yaşında bir delikanlıydı. İkindi vakti geçmiş vakit akşama geliyordu. Dayım atıyla geldi. Annem bizi köye götüreceksin diyordu. Dayımsa köye gidemeyiz. Uzak! Köyümüz merkezden 10 kilometre uzaklıktaydı. Annem gitmek için direniyor. Yolun yarı kısmına rastlayan dedemin dağlık arazinin eteklerinde bağı, bahçesi, tarlası vardı. Oraya Parabağlar diyorduk. Yaz günleri iş bitinceye kadar dedemler orada yaşarlardı. Baya büyük bir araziydi. Yazlık iki katlı derme çatma ev yapmışlardı. Öyle sağlam pencereleri, kapısı falan yoktu. Zaten yazlık kullanılıyordu. Altında hayvanlar için ahır, üstünde odasız ev! Eğer yazlık işler sonbahara kalır da havalar hafif soğursa ısınmak için ocak yakılıyordu. Dayım anneme “Köye yetişemeyiz. Parabağlara gidelim! Orada kalalım. Sabah köye gideriz.” diye annemi ikna etti. Ben altı yaşlarında, kız kardeşim üç yaşlarında, bir bebek! Yola çıktık. Hava hafif yağmurlu! Bebek annemin sırtında, bizler bazen yürüyor, bazen atın üzerine yerleştirilen heybeye bindiriliyorduk. Evden çıkarken hava kararmaya başlamıştı. Neredeyse ezanlar okunacak, babam gelecekti. Onun için hemen yola çıkmıştık. Yatsıya doğru Parabağlara ulaştık ama zaman zaman artan yağmur nedeniyle iyice ıslanmıştık. 

Parabağlardaki eve ulaşınca dayım hemen ocağı yaktı. Derme çatma şilteler, yorganlar vardı. Üşüyorduk. Zaten yol yorgunuyuz. Annemin apar topar yola çıkarken hazırladığı şeyleri yedik. Eminim babam bizi evde bulamayınca köye gitmiştir. Çünkü altında java motoru vardı. Motor çalıştığı işyerine aitti. Çalıştığı işyeri halıcı! Babam motorla köylere halı kurmaya giderdi. Motorla 10 kilometre ne olacak ki? Hemen gidip dönmüştür. Büyük bir umutla köye gelmiş, bizi göremeyince meraktan sinir küpüne dönmüştür. Bu annemin ilk evi terk edişi değildi! Kavga ederler, annem köye kaçar, babam gelir özür diler geri döndürürdü. Kaç defa yaşamıştık. Belki de yılda iki üç kez bu senaryoyu yaşıyorduk. 

Hasta kardeşim Hasan Hüseyin yolda iyice hastalandı. Biz sabahın erken saatlerinde köye geçtik. Köy evlerini bilirsiniz. Altında ahır, üstünde yaşanılacak yer. Yani iki katlı evler. Yukarıya çıktığımızda babam orada bizi bekliyordu. Sabah yine gelmiş. Özür diledi, annemi ikna etti. Bir baba, bir anne, iki çocuk, bir bebek motora bindik soğuk havada son sürat şehre geldik. Son sürat geliyoruz çünkü babam işe gidecek. Patrondan zar zor izin almış. 

Çocuk olduğum halde içimden anneme kızıyordum. Madem daha bir gün geçmeden dönecektin niye bizi gece vakti soğukta, yağmurda Parabağlara götürdün? Niye bizi yordun? Bebek kardeşimiz Hasan Hüseyin’in hastalığı arttı. Kız kardeşim öksürmeye başladı. Ben de henüz bir şey yoktu. Baban hastalığından inleyen kardeşimi doktora götürmedi. Ertesi günü Hasan Hüseyin öldü. Bu olayı hiç unutamam! 72 yaşındayım! 66 yıldır bu olay benim anne baba algılarıma mihenk oldu. Duyarsız, umarsız bir şekilde “Allah verdi, Allah aldı!” kaderciliğiyle ölüme mahkûm edilen bebek olarak hatıralarımın beşiğini salladı. 

Yaratılan ya da uydurulan kadercilik dininin “Allah verdi, Allah aldı. Elden ne gelir.” felsefesi bir bebeği almıştı. Halalarım anlatırdı. Amcamla çok fazla ilgim olmadı. Ancak biz çocukken bekâr olan halam, kış günleri yanımıza gelir, halı dokur, para kazanırdı. Halam benim içinde benzeri olayları anlatmıştı. Bende küçükken büyük hastalık geçirmişim. Doktora götüren yok. Rahmetli nenem başımın ucunda sürekli Kur’an okurmuş. Halamın dediğine göre bir yıl boyunca çırılçıplak anadan üryan, her tarafım yara yatmışım. Herkes bu çocuk kurtulmaz diyormuş. Ayşe nenem sürekli başımda Kur’an okuyormuş. Köy hayatı! Zaten fakirlik diz boyu! Halamın anlattığına göre bir yıl sonra yaralarım iyileşmeye başlamışım. Vücudum kendi kendini iyileştirmiş. Bazen şöyle derim: “Rabbime şükürler olsun, bebekken bütün hastalıkları geçirerek şerbetlenmişim.” Halamın anlattıklarını anneme sorardım. Doğru derdi. Sonra niye hastaneye götürmediniz derdim. Çoğunu uyduruyor derdi. Hele bir gün “Hastalığı da şifayı da Allah verir.” demişti. Tabii ben çocuğum! Bu felsefeye ne söyleyebilirdim ki? 

Büyüdükçe ve İslam’ı öğrenip etrafa anlatmaya başladıkça kadercilik dininin ne kadar derin, ne kadar etkili bir şekilde insanlar tarafından yaşandığına şahidim. İnsanlar sorumluluklarını üstlenmemek için kadercilik dinine sarılıyorlar. Yapabilecekleri şeyleri yapmadan Allah’tan şifa diliyorlar. En basit şeyleri bile yapmaktan kaçıyorlar. Bana öyle geliyor ki; insanlar dinden uzaklaştıkça şifanın peşine koştular. Hangi şifanın diye sormayın! İnsanın şifa için yapması gereken şeylerin peşine koştular. Bilgisiz, bilinçsiz Allah’tan şifa bekleyenler kaderciliğe soyundu! Seküler felsefe topluma yerleştikçe insanlar Allah’tan değil, doktorlardan şifa bekler oldu. Bu değişim Kur’an’ı bilmeyen iki kesimin yaşam biçimiydi. Her iki toplum Kur’an’dan uzak, kendilerine göre bir şifa anlayışına ulaştılar. Zaten kadercilik dinine inananlarla, laik dine inananların dinleri çok farklıydı ama her ikisi de Kur’an’da anlatılan İslam’dan uzaktı. 

Hayatımız boyunca değişerek geldik. Tabi değişmek istediğimiz için değiştik. Mesela Rabbim bize imanını nasip et desek, sadece bu sözümüzle imanın bize nasip olmayacağını daha delikanlıyken anlamıştık. Allah’ım bize imanının nasip et demekle iman nasip olmaz. Bu inanç kadercilik dininin inancıdır. Allah’ın istediği imana sahip olabilmek için akıl yoluyla, ayetleri tek tek anlayarak iman sahibi olmak gerekir. Bütün varlığımızla bu yolda kendimizi yormamız gerekir. Rabbimiz bize çabalarımızın karşılığında ne verecekse verir. Dünyaya bakınız. Rabbimiz diyor ki ben size dünyada türlü nimetler verdim. İyi bakın! Rabbimiz verdiği hiçbir nimet kendiliğinden ağzımıza gelmez. O nimetleri toplayan, eken, diken, biçen, toplayan, değişime sokup yiyecek içecek haline getiren bizleriz. Rabbimiz bize nimetleri ham olarak vermiştir. Hamlıktan kasıt meyvelerin ağaçta olgunlaşmamasından söz etmiyorum. Mali Müşavirler, Üretim işleriyle uğraşanlar bilir. Hammadde deriz. Üretimde hammadde bazen tarladan topladığımız buğday, bazen ağaçlardan topladığımız meyveler olur. Hammadde yani insan eli değmemiş üretim! Rabbimiz bize insan eli değmemiş nimetler verir. İnsan o nimetleri hammadde olarak alır. Kimini üretirken aşılayarak geliştirir. Kimini daha tohumken geliştirir, tohumu eker, bakımını yapar, bitkisini, meyvesini yetiştirir. Kimini fabrikasyon işlemden geçirerek, yağ, reçel, pasta, börek, tatlı, şeker yapar. 

Doğal yasada kadercilik yoktur. Doğal yasa insan elinin değmesini ister. Rabbimizin verdiği her şey insanın emeği ile insanın boğazından geçer. Kiminin emeği hafif, kiminin zordur. Allah bize ayetlerinde kaderciliği değil, emek karşılığı imanı, emek karşılığı Müslümanlığı, emek karşılığı bir hayatı öğretir. Onun için şifa da emek karşılığı gelir. Sadece ölüme çarenin emeği yoktur. Her türlü hastalığın karşılığı emek karşılığı olarak karşımıza çıkar. Nenemin başımda sabırla bir yıl bana bakması! Susadığımda tülbentle bana su içirmesi, dedem babam hastaneye götürmediği için bildiği kadar doğadan ilaç yapması bir emektir. Allah şifasını verecek diye beni yatakta yalnız bıraksaydı ne olacaktı? 

Hayatın dönüm noktalarında dokunulmaz yaralar vardır. Dokundukça insanı derinden yaralar, insana farklı bakış açıları öğretir. Benim 66 yıldır üzerimde taşıdığım yük, kardeşimin ölümünde babamın duyarsızlığı, anamın umarsızlığından başka bir şey değildir. İnsan cahil, acelecidir. İnsan sorumluluklarından kaçmaya meyyaldir. Her şeyi Allah’tan beklemek, cehalet ve sorumluluktan kaçmaktır. İnsan ancak gücünün yettiği kadar, yapabileceklerini yaptıktan sonra, konuyu Allah’a bırakır. Hiçbir emek sarf etmeden, hiçbir şey yapmadan sorunu Allah’a havale etmek, şeytanlıktan ibarettir. 

Bencilliklerinden bir araya gelmeyen insanlar dua ediyor: “Rabbim Müslümanlara birlik ver. Müslümanları birleştir.” Allah bu duayı kabul eder mi? Ayetinde açıkça söylemiş. “Ancak kurtuluş için uzatılan ipe sarılanlar bir ve beraber olur.” Nedir uzatılan ip, yine ayetlerde cevabını buluyoruz. “Rabbimizin emrettiği ilke ve yasalara göre yaşamak.” Rabbimizin ilke ve yasalarına göre yaşamayanlar asla bir ve beraber olamaz. Bu hüküm benim değil ki! Bu hüküm Allah’ın ayetlerinin bana öğrettiği bir hükümdür. 

Bu veya buna benzer her konuda biz ayetler ne söylüyorsa tam tersiyle düşünüyor, tam tersini yaşıyor iken, sorunlarımızı Allah’a havale etmek şeytanlıktan başka nedir?

22 Aralık 2022 Perşembe

Babam ve Ben 4

Babamın farklı yönleri vardı. “Baba olunca anlarsınız.” Bir erkek çocuğuna “Benim yaptıklarımı baba olunca anlarsınız.” demek, çocuk üzerine çok fazla yük bırakmaktır. Çocuklar bu sözü kaldıramazlar. Belki babalar yaptıklarını çocukların anlayamayacağını düşünerek, “Baba olunca anlarsın!” derse, çocuk baba olunca aynı şeyleri yapacağını düşünmeye başlar. Yapılan şeyler haklı da olsa haksız da olsa baba olmanın kuralları zanneder. Hâlbuki her baba aynı değildir. Babalar çok farklı kimlikle, çok farklı karakterle babalık için rol model olabilirler.   

Evimiz Isparta’nın güney doğu cephesinin son mahallesiydi. İsmi Halife Sultan Mahallesi olmasına rağmen hemen batımızdaki Isparta’nın eski mahallelerinden Gülcü Mahallesinin insanları bizim mahalleye hergele mahallesi derlerdi. Çünkü bizim mahalle Isparta’nın köylerinden gelenlerin ikamet ettiği mahalleydi. Gülcü mahallesinde ise o zamanlar Isparta’nın yerlileri yaşıyordu. Hani içlerinde az da olsa köylerden gelen olsa da mahallenin çoğunluğu şehirliydi. Biz köylüler şehirlere göre hergeleydik. 

Evimiz önünde küçük bir bahçesi (avlusu) olan iki oda bir hol gecekonduydu. İçinde mutfak, banyo, tuvalet yoktu. Sadece anne babanın yattığı odada gusülhane vardı. O da duvara boydan boya yapılan ağaçtan dolabın içindeydi. Boydan boya dolap alttan yukarıya üçe bölünmüştü. En altta yarım metre yükseklikte alt dolaplar, aynı şekilde tavanın altında yarım metre üst dolaplar, kalan kısım orta kısmı yatak yorgan koymak için geniş bir yüklük, bir duvarın kenarında gusülhane, diğer duvar kenarında kap kacak koymak için raflı dolap vardı. 

Annemin babası dedem ölmeden önce gelip avluya küçük bir ekmek fırını yapıvermişti. Dedem ile babam hiç geçinemezdi. Çünkü babam namazlarını terk etmiş, alkol içen biriydi. Dedem ise Said’i Nursi’yi rehber edinmiş, her davasına giden, koyu bir taraftarıydı. Köyün dindar önderlerindendi. Üstelik köyün zengin saygın insanlarındandı. Zenginlik, para pul değil, bağ, bahçe, tarla zenginiydi. Gücü yettikçe tarla almıştı. Ancak kendisi hayvancılıktan ve tarım işlerinden hoşlanmazdı. Marangozluğu çok severdi. Kendi köyünün ve civar köylerin evlerinin çoğunda el emeği vardır. Oymalı, desenli, dolaplar, kapılar, raflar, yüklükler onun eseridir. Zaten evlerinin altında marangozlar için döneme ait gerekli makine alet edevat fazlasıyla vardı. 

 Annem her zaman bir haftalık köy ekmeği yapardı. Ekmekler kepekli sarı buğdaydan yapılırdı. Köyümüzün tarlalarından kendimizin yetiştirdiği buğdaylardan yaptırdığımız unlardan yapılırdı. Ekşi mayalı büyük ekmekler. Annem babasının kızı olarak dindardı. Osmanlıca okumayı bilir, Kur’an okurdu. Osmanlıca okumayı bilir ama yazmasını bilmezdi. Mahalle kadınlarının mevlit okumalarında hocalık yapardı. Mevlitlerle birlikte ilahiler okurlardı. Anneme ve mahalle kadınlarına parayla sayısız ilahiler yazmıştım. Çünkü ben de Osmanlıca okumasını ve yazmasını bilen biriydim. Eskiden basılı mevlit kitapları bulunurdu ama Osmanlıca yazılı ilahiler pek bulunmazdı. Onun için ben devreye girerdim. Çocukluğumun en rahat geçen anları Osmanlıca mevlit, ilahi yazarak geçen zamanlardır. Çünkü bu yolla harçlıklarım olurdu. 

Mevlit okumalarına giden annem yanımızdaki Gülcü mahallesinden ve diğer mahallelerinden arkadaşlar edinmişti. Bir gün demişler: “Hep sen bizim eve geliyorsun, bizi hiç evine davet etmiyorsun.” Mecburen davet etmiş. Mecburen diyorum çünkü evimiz çok küçük, gecekondu. Zaten bir odasında halı kurulu! Halı kurulu olan odada soba yanar, diğer odada soba yoktu. Biz sobasız odada yatardık. Ev dar ve yeterli imkânımız olmadığı için annem arkadaşlarını davet edemiyordu. Tuvalete gitmek isteseler tuvalet bahçede “kenef” şeklindeydi. Çeşme içeride yoktu. Mutfak yoktu. Evim müsait değil dese de ısrar etmişler. “Olsun! Hepimiz köy hayatını biliriz. Köylerden gelenlerin nasıl bir yaşam kurduklarını biliriz.” Tabi o zamanlar öyleydi. Şimdi şehirlerde çoğunlukla köylerden gelenler yaşıyor. Köyden gelince anında şehirlilik moduna geçiyorlar. Eskiden öyle değildi. Eskiden köylerden şehirlere gelenler uzun müddet köy yaşamını şehirde de sürdürüyorlardı. 

Ben okulda iken annemin misafirleri gelmiş. O sıralar ortaokula gidiyorum. Okulumuz sabah sekiz başlıyor, akşam beş bitiyor. Okulumuz evden yürüyerek (çocuk ayaklarıyla) bir saat falan. Kış günleri akşam ezanı biz okuldayken olurdu. Bu nedenle kış günleri yatsı ezanlarından sonra eve gelirdim. Hâlbuki babam işten çalıştığı yerin motoruyla eve geliyor. Hani okula gelse, beni beklese, çıkınca birlikte gelsek olur ama nerede o düşünce!  

Annem şehirden misafirler gelecek, belki köy ekmeği yemeyen olur diye fırından ekmek almış. Tabii yanında para yok. Çünkü annemin parayla işi yok. Her şeyi babam alıyor. Zaten borç yazdırmak yasak! Babamın temel felsefesi; “Asla borçla karın doyurma! Borçla bir şey alma! Kimseden borç alma! Yiyeceksen çalış kazan ye! Bir şey alacaksan çalış kazan al!” Babamın bu felsefesiyle bizim hiçbir zaman bakkala, fırına borç yazdırmamız olmadı. Paramız varsa alırız, yoksa almayız. Ancak annem kuralı bozmuş, gidip fırından iki ekmek almış, akşam kocam gelince göndereyim demiş. Fırıncı tanımıyor. Tarif edince tamam demiş. Hani erkekler bayramda seyranda tanışıyorlar. Zaten küçücük yeni kurulan bir mahalle! O dönemin ekmekleri 20 kuruştu. Bugünkü ekmeklerin neredeyse üç misliydi. Fırın ve bakkallar ekmekleri bütün, yarım, çeyrek satarlardı. Yani ekmeğin yarısı 10 kuruş, çeyreği 5 kuruş. Çeyrek ekmek denilince bugünkü bütün ekmeği düşünebilirsiniz. Hem öyle kabarmış, kabartılmış ekmek değil. Tok ekmek. Biz o dönemlerde göz göz kabarmış ekmeklere francala derdik. Onlar biraz daha pahalı olurdu. Mesela 25 veya 30 kuruş. Onu zenginler alırdı. 

Akşam yemekten önce babama “Şehirli misafirlerim gelmişti. Belki bizim ekmeklerden yemezler diye fırından iki ekmek aldım. Çocuğa (beni kastediyor) kırk kuruş ver de ödeyip gelsin.” Bunu duyar duymaz babam delirdi. “Ne? Borç ekmek mi aldın? Ulan ben size borç hiçbir şey almayacaksınız demiyor muyum?” der demez pat küt anneme girişti. Annemin yüzü gözü kan içinde kaldı. Annemi bir yandan dövüyor bir yandan bağırıyor. “Benim evime gelecek misafir ben önüne ne koyuyorsam yiyecek. Benim önüne koyduğumu yemeyen misafir defolup gitsin! Misafir dediğin umduğunu değil bulduğunu yer.” Akşam zehir olmuştu. Elime kırk kuruş verdi, sonra bir tokat yapıştırdı. “Gör borç alanların halini, git çabuk öde gel.” Tamam da ben niye tokadı yemiştim? Anlaşılmaz. Annem neredeyse yarım saat dayak yedikten sonra, ağlayarak sofra kuruldu. Yemek suskunluk içinde yenildi. Yemek bittikten sonra annem bir köşede, biz çocuklar bir köşedeyiz. O dönemlerde evimizde koltuk falan yoktu. Yere serilen kilim, duvar kenarlarında minderler, oturan insanların dayanması için içi hasır dolu uzun yastıklar vardı. Bu aralar yapılan şark köşelerinin ilkel durumunu hayal edebilirsiniz. Babam sert bir şekilde geçin ananızın yanına dedikten sonra karşımıza oturdu. Ailenin kurallarını sıralamaya başladı:

• Hiçbir zaman hiçbir yere borç yazdırmayacaksınız. 


• Paranız varsa alacaksınız, değilse almayacaksınız. 

• Aç kalsanız bile borçla yiyip içmeyeceksiniz. İsterseniz açlıktan geberin. Bizde bu beden olduğu müddetçe borç almaya ihtiyacımız yok. Gücümüz varken çalışacağız, kazanacağız yaşayacağız. Asla kazanmadan yaşamayı hak edemeyiz. Yaşamak istiyorsak kazanarak yaşayacağız. Borçla yaşamayacağız. 

• Aynı şehirde hatta yürüyerek bir, bir buçuk saatte dönebileceğimiz bir yere misafir olmuşsak asla misafirlikte gece kalmayacağız. Akrabamız bile olsa bunu yapmayacağız. Kimseyi güç durumda bırakmayacağız. İnsanların durumu belli! Belki yatıracak yerlere olmaz. Belki yatıracakları yatakları olmaz. Kendi yataklarını bize verir, kendileri yerde yatarlar. Bunu yapamayız. Gece kalırsak sabah kahvaltısına da kalmış oluruz. İnsanlara bu kadar yük olamayız. Misafirlik insanlara yük olma durumuna geldiğinde, misafirlik misafir olduğumuz eve cehennem olur. Ev sahipleri zorluk yaşar. Bunlara hiç bir zaman hakkımız yok. 

• Misafirliklerde yeme içme sırasında aşırı gitmeyeceğiz. Yemek yerken ağzımı şapırdatmayacağız. Yemekten önce mutlaka ellerimizi yıkayacağız. 

• Herhangi bir şey aldığımız zaman başkaları görmesin diye ya içini göstermeyen bir pazar çantasına koyacağız ya da iyice sardıracağız. Unutmayın alabilen var alamayan var. 

• Pazar alış verişi yapıldığı gün (o dönemler Isparta’da Çarşamba günleriydi) kimseye misafirliğe gitmeyeceğiz. İnsanlar zar zor bir şeyler alabiliyor. Aldıklarını çoluğuyla çocuğuyla yesinler. Biz o gün misafir gidersek aldıklarını bize ikram ederler. Bu iyi bir şey değildir. Belki ancak bir defa alabiliyorlar. 

• Bir yere misafirliğe gitmek istersek çat kapı gideceğiz. Tanrı misafiri olarak gideceğiz. Önceden haber vermeyeceğiz. Evde yoklarsa döneceğiz. Önceden misafirliğe gideceğimizi bildirmek, biz geliyoruz hazırlık yapın demektir. Belki hazırlık yapacak malzemeleri, belki paraları yoktur. Biz bir şeyler yiyip içmeye değil, misafir olup sohbet etmeye gidiyoruz. Önümüze bir bardak su, bir kuru ekmek bile koysalar başımızın üstünde olacaktır. Hiç kimseyi misafir olmak adına zorlamayacağız, borca sokmayacağız. 

Aradan uzun yıllar geçti. Bazen şöyle derim: Babamın dayağı, alkolü olmasaydı baya iyi adamdı. Babamın bu kurallarının zaman içinde hepsinin olmasa da çoğunun doğru olduğuna bizzat şahit oldum. Gerçi bugünkü çağ başka çağ. Ben 60’lı yıllarda söz ediyorum. Yani 50-60 yıl öncesinden söz ediyorum. Bugün yaşamın kuralları değiştirildi. Özellikle borçlu yaşam insanlara alıştırıldı. Hele babamın dediği paran varsa yiyeceksin içeceksin kuralı tamamıyla yerle bir oldu. Misafirlikler ise görüşmek, tanışmak, sohbet etmek yerine, gösteriş yapmak, neleri var neleri yok kontrolüne döndü. Yaşam standartlarının yarıştırılması çağın temeli oldu. Gösteriş, şatafat, çekiştirme, kıskançlık ilişkilerin temelini oluşturdu. “Onlarda var biz de niye yok?” “Bak onlar şunu almış biz niye almıyoruz?” Eskiler “İnsanın başına ne gelirse s.dik yarıştırmaktan gelir.” derlerdi. Maalesef günümüzün yaşamı eskilerin dediği s.dik yarıştırması haline dönüştürüldü. Özellikle kapitaliz bunu pompalıyor. “Konumuzda komşumuzda var bizde yok demeyin. Gelin size de verelim!” Bu mantık! Bankaların kredi kartları! Verilen krediler. Mağazaların borç tuzakları! Öyle bir yaşamı önümüze koydu ki borçla yaşamak beylik oldu. Bazen diyorum. Babam iyi ki öldü. Bugünleri göreydi kahrından ölürdü. Babam öldüğünde en çok rahat ettiğim konu; hiç kimseye borcunun olmamadığını bilmemdi. Babam borç yapmaktansa ölmeyi tercih ederdi. Şurası muhakkak ki; toplum babam gibi borç düşmanlarıyla oluşmuş olsaydı kesinlikle kapitalizm çöker, kapitalizmin bankaları yıkılırdı. Hele babamın mantığındaki insanlar ülkeyi yönetselerdi ülkenin dışa tek kuruş borcu olmazdı. 

Ne yazık ki kapitalizm topluma hakim! İnsanlar borçlu yaşamayı öğrendiler. Ülkeyi yönetenler ülkeyi borca sokmaktan başka bir yol bilmiyorlar. Üstelik dindarlar ülkeyi borç batağına sokmayı daha iyi becerdiler.

21 Aralık 2022 Çarşamba

Babam ve Ben 5

Babam bazen beni şaşırtıyordu. Hiç ummadığım davranışlar sergileyince ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemezdim 

Bir yaz günü mahallemizdeki çocuklarla yürüyerek annemin köyü Sav köyüne kadar gittik. Zaten bizim mahalle Isparta’nın güney doğu cephesindeydi, köy de Isparta’nın doğusundaki Davraz dağının eteğine kuruluydu. İlkokul ikinci sınıfından üçüncü sınıfa geçmiştim. Dokuz yaşındayım. Arkadaşlarımda dokuz on yaş gurubuydu. Köyde benden bir yaş küçük teyzemin oğlu Hasan Hüseyin vardı. Amacım onu bulup köyde arkadaşlarımla gezmekti. Teyzemin evine uğradığımda kuzenimin Kur’an kursunda olduğunu öğrendim. Tarifle Kur’an kursunu buldum. Kursun hocalığını teyzemin kocası İsmail eniştem yapıyormuş. Bizi görünce bizimle ilgilendi. Zaten öğle falan olmuştu. Ne yaptığımızı, köyde ne işimiz olduğunu sorunca; gezmeye geldiğimizi söyledik. Oğlu olan kuzenim Hasan Hüseyin ile köyde gezmek istediğimiz söyledim. Oğluna izin verdi. Çünkü kurs ikindiye kadar sürüyordu. Bizse köyde biraz gezip Isparta’ya yine yürüyerek dönecektik. Hani çocuk ayaklarımızla yürüyerek köye gittik, yürüyerek köyden döneceğiz diyorum ya; yürüyeceğimiz yol git gel on altı kilometre idi. Şimdi düşünüyorum da çocuk olarak ne kadar yürümeye meraklıymışız. Koşturma, yürüme derken sanıyorum akşama kadar en az otuz kırk kilometre yapıyorduk. Zaten çocuklar arası maç falan yaparsak günde elli kilometreyi bulma ihtimali vardı. 

Akşam yemeğinde köye okumaya gideceğimi anneme babama söyledim. “Nerede kalacaksın?” diye sordular. “Nenemle kalırım” dedim. Nenem o zamanlar en küçük teyzem Şerife teyzem ile birlikte köyde yaşıyordu. Dedem çok önceden ölmüştü. Babam hiçbir şey demedi. Annemin zaten umurunda değildi. Ayağının altında dolaşmadıkça sorun yoktu. Isparta’nın pazarı o zamanlar çarşamba günleri bir defa kuruluyordu. Çok büyük pazar olurdu. Özellikle yaz günleri çarşamba günü ürünlerini satmak için pazara getirirlerdi. Onun için pazar günü sabahları köyden şehre, akşamları şehirden köye kamyonlar, pikaplar insan taşırdı. Genelde yük kamyonlarıyla gidip gelmek o zamanlar daha yaygındı. Hatta Sav köyünün kamyonları civar köylerin de insanlarını şehre taşırlardı. Şimdiki gibi otobüsler falan yoktu. Zaten Isparta’nın şehir içi ulaşımında faytonlar çalışırdı. Taksi falan yoktu. Daha sonra üçtekerli motoguzziler çıktı. Bir iki yıl çalıştılar sonra kayboldular. Motoguzziler üç tekerlekliydi. Arka kısmında pikapların arkasındaki gibi kenarları ve üstü kapalı, arkası açık bölme vardı. Ön tarafta şoför yanında bir kişilik yer vardı. Bir ara baya çoğaldılar, ne olduysa birden bire kayboldular. 

Böylece ben babamın ses çıkarmayışını onay kabul ederek köye okumaya gittim. Tabi yanımda para falan yok. Sekiz kilometre yolu yürüyerek gittim. Sav köyü o zamanlar beş mahalleden oluşuyordu. Mahalleler köyün girişinden başlar, davraz dağının eteklerine doğru yukarıya doğru çıkardı. Köyün girişine aşağı mahalle, sonra çay mahallesi, sol yanında tekler, yukarısında Yusuflar ve en yukarıda Tepecik dediğimiz mahalleler vardı. Nenemin evi Tekler mahallesiydi. Kur’an Kursu Tepecikteydi. Tekler mahallesinden yirmi dakika yürüyüş mesafedeydi. Tabi çocuk ayaklarımla yirmi dakika diyorum. Gerçi biz koşarak gelip gidiyorduk.

O zamanlar Isparta’nın Sav köyü nurculuğun merkezi sayılıyordu. Dindar bir köydü. Köydeki camilerde diyanetin imamı bulunmazdı. Daha doğrusu camilerde imam ve müezzin görevli değildi. Müezzinliği çocuklar, imamlığı cemaatin yaşlıları yapardı. Köyde dört cami vardı. Bakımlarını halk yapardı. Cuma namazları aşağı köydeki büyük camide kılınır. Diğer camiler cuma günü öğle vakitlerinde kapalı olurdu. Kursumuz çarşamba günleri tatildi. Tatil olduğu gün hafta bir gün Isparta’ya gelirdim. Akşam geri dönerdim. İlk sene Kur’an okumayı öğrendim. Ezberde çok zorlanıyordum Çünkü kafam ezberci kafası değildi. Bende matematik kafası vardı. Ancak elifbayı kısa zamanda bitirdim. Kur’an’a çok çabuk geçtim. Kuzenim hafızlığa çalışıyordu. O dönemlerde köydeki hemen herkes ya hafız ya da mollaydı. Hafız dediğimizde Kur’an’ı ezbere bilen, molla denilince hafız olamayanlar olarak bilinirdi. Köyde mutlaka Osmanlıca öğretilir. Herkes kadın erkek Osmanlıca bilir, kadın erkek ya hafızdır ya da molla! Tabi o zamanlar öyleydi. Sonradan her şeyin değiştiği gibi, bu tablo da değişti. Devlete göre Sav köyü kapkara cahil bir köydü. Köylüye göre herkes okuryazar, üstelik beş yaşından büyük her insan ya hafız ya da mollaydı. Düzenin okullarına kız çocuklarını göndermezlerdi. Bu nedenle babalar cezaevinde yatarlardı. Benim dedem de çok cezaevinde yattı. Kâfir devletin okullarında okunmaz derlerdi. Köyde ilkokul vardı. Ancak devlet çocukları zorla alırdı. Dindarlığını öne çıkaran köy, kendi eğitimini Osmanlıca üzerinden yapıyordu. Teknolojiye karşı değillerdi. O dönemler inşaat, sanayi, otomotiv, nakliyat işlerinde civar köylerden çok öndeydiler. Birçok köyde pikap, kamyon bulunmazken, Sav köyünde en az beş altı tane kamyon, iki üç tane pikap vardı. Tabii ben pikap deyince bugünkü nesil nedir acaba diyebilir. Şöyle tarif edeyim. Hani şehir içi arkası tenteli, bezle kapalı, önünde iki veya üç kişilik küçük şehir içi nakliye araçları var ya onun gibi bir şeydi. Arkada yolcular taşınırdı. Ön tarafa iki yolcu alınırdı. Arkaya binmek o zamanlar beş kuruştu. Ön taraf on kuruştu. Ön tarafı tercih sebebi, arka tarafın stabilize (sertleştirilmiş toprak) yolda (ki, o zamanlar asfalt yoktu) toz almasıydı. Hatta bazıları açıkgözlülük yapar. Öne oturur şoföre beş kuruş uzatırdı. Şoförün şu sözü bizim köyde darbı mesel gibi yaygınlaşmıştı. “Köftehora bak, hem şoför mahalli hem beş kuruş, yok öyle şey ve on kuruş.” 

Birinci senemin son zamanlarında ben de Osmanlıca yazmaya başlamıştım. O zaman Osmanlıcayı Said Nursi’nin Risalelerini Osmanlıca kopya çekerek öğrenirdik. Hem yazar, hem okurduk. Yazdığımız Risaleler büyüklerimiz tarafından okuyacaklara dağıtılırdı. Ertesi yıl yani üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiğim dönemin yaz tatilinde de köydeki Kur’an Kursuna gittim. Tabii tecrübe sağlamış, şehirden köye gelmenin avantalarını kullanıyordum. Adım Şeherli Mehmet idi. Yaramazlık ve antika sorularımdan dolayı Şeytan Mehmet de demeye başladılar. Kursun hocası eniştem severdi. Kursta köyden büyükler olmasına rağmen, oğlu hafızlığa çalışmasına rağmen, bir gün işi çıkıp bir yere gitmek zorunda kalınca Kursu yönetimini bana emanet etmişti. Abdurrahman diye bir arkadaş vardı çok bozuldu. Hatta kavga çıkardı ama çocuklar beni desteklediler. İkinci yılımda artık Kur’an öğrenme yerine Osmanlıca öğrenmeye hız vermiştim. Okuma yazma konusunda kendimi iyice geliştirdim. Ancak kuzenim kadar değildim. Kuzenim benden çok hızlı okur ve yazardı. Köyün büyükleri zaten birbirleriyle Osmanlıca mektuplaşırdı. 

İkinci yılımızda bir yaş daha büyümenin avantajını kullanıyorduk. İkindi sonrası tatil olduğu için köyde ayak basmadığımız yer kalmıyordu. Bir salı günü eniştemin halası çarşamba günü şehirdeki pazarda satmak için kiraz vişne toplayacakmış. Ancak tek başına yeteri kadar toplaması mümkün değil. Enişteme çocuklara toplatalım mı demiş. Eniştem de bize söyledi. Hep beraber gittik topladık. Birinci yılda Kurs bana sıkıcı gelmemişti. Ancak ikinci yıl biraz sıkıcı gelmeye başladı. Çünkü sürekli Said’i Nursi’nin Osmanlıca risalelerini kopyalıyorduk. Parmaklarım yoruluyordu. Vişne kiraz topladığımız günün ertesi çarşamba günü Isparta’ya evimize geldim ama akşam gitmedim. Akşam babam eve gelince beni gördü tabii! “Oğlum niye köye gitmedin?” “Baba gitmek istemiyorum.” “Niye?” “Beni bağda bahçede çalıştırıyorlar.” Yalan söylemiştim. Hâlbuki hatırına bir defa o da iki gün önce Halanın vişnelerini kirazlarını toplamıştık. Şeytanlık ağır basmıştı. Babam hiçbir şey demedi. Sabah beni aldığı gibi motoruyla köye götürdü. Eniştem “Niye gelmedin kerata!” deyince babam, “Bağda bahçede çalıştırıyormuşsunuz.” dedi. Eniştem güldü. “Oğlum kursa gitmek istemiyorum desene, niçin yalan söylüyorsun? Biz yalan söylemenin ne kadar günah olduğun size öğretmiyor muyuz? Yoksa öğrendiklerin bir kulağından girip öbüründen çıkıyor mu?” dedi. Babama olayı kısaca anlattı. Babam “Oğlum buraya seni zorla göndermedik. İstemiyorsan gelme yalan söylemeye ne gerek var.” Şaşırmıştım. İçimden acaba eniştemin yanında mı dövmedi diye geçirdim. Çünkü babam en küçük bir şeyde tekme tokat girişirdi. Eniştem gülerek “Ulan kerata bir kere halana yardım ettin onu da mesele mi yaptın?” diye sordu. Tabi yüzüm kıpkırmızı! “Babam kalmak istemiyorsan götüreyim!” deyince okumak istediğimi, kursta kalacağımı söyledim. 

Eniştem bugüne kadar gördüğün insanlar içinde en mükemmel insanlardan biriydi. Onun hocalığı, çocuklara davranış harikaydı. Çocuklar yaramazlık yaptığı zaman, kulağının memesinden tutar “Seni gidi kerata niye yaramazlık yapıyorsun bakim!” der, sonra severek yanaklarına vururdu. İlk zamanlar uzaktan böyle yaptığını görünce korkmuştum. Baya dövüyor zannetmiştim. Ancak o dövmüyor seviyordu. Ama dövermiş gibi yaparak severdi. Kursta kız erkek beraber okurduk. Kızlar ve erkekler de Osmanlıca yazmayı öğrenirlerdi. Bir gün kızlara “Haydi siz evlerinize gidin” dedi. Biz delikanlılara erkek olmayı, hamamcı olmayı, buluğ çağına gelmeyi, ihtilam olursak neler yapacağımızı anlattı. Hâlbuki yaşımız on ikiydi. Bir gün de bize aynı şeyi söyleyip bizi gönderdi kızlar kaldı. Ancak o gün büyük bir abla kursa gelmişti. Kuzenime bizi niye gönderiyor dediğim de “Kızların ablası geldi. Onlara özel şeyler anlatacak.” demişti. Daha çocuk yaşta öğrenilen bu bilgilerin büyüdükçe ne kadar bilinçli davranılacağını bize gösteriyor. Büyüklerin kontrolünde yapılan bu eğitimler, nesillerin daha doğru yetişmelerine neden oluyor. 

Ben bu olayda dayakçı babamın dayaksız yanını, anlayışlı yanını görmüştüm. O hafta köyde kaldım. Bir hafta sonra Isparta’ya geldiğimde, daha sonraki zamanlarda babam benim yalan söylememle ilgili hiçbir şey demedi. Beni azarlayıp dövmedi. Eniştem zaten çocukları hiç dövmezdi. Ancak bir gün köyden amcam geldi. Amcam hafızdı köyün hocasıydı. Benim Kur’an okuyuşumu beğenir, her geldiğinde okuturdu. Ağasına yani babama bu çocuğun çok güzel davudi bir sesi var derdi. Tabi o zamanlar makamla tecvitle Kur’an okuyorum. Amcam bana Kur’an okutmaya kalkınca babam gülerek “Bu oğlan senin yaptıklarını yapacak kadar yaramaz değil.” dedi. Sonra anlatmaya başladı. “Oğlum bu amcan var ya; dedenden korkusuna Kur’an sayfalarını yırtıyordu.” “Nasıl?” “Deden bunu hafızlığa çalıştırıyordu. Bu da kitap çabuk bitsin diye Kur’an sayfalarını yırtıyordu. Deden numaraları okuması bilmezdi. Dedeni kandırıyordu.” “Yani amcam yarım hafız mı?” diye sordum. Amcam “Baban seninle dalga geçiyor. Evet, çocukken yırttım da sonradan hepsini ezberledim. Sen bakma babana! Ağam kıskançlığından böyle söylüyor. Benim hafız olmamı çekemiyor.” diye açıklama getirdi. İşin aslı babam evin büyük oğlu olarak evin geçimini üstlenerek çobanlık yapmış. Evin küçük oğlu amcam evde hafızlık eğitimi almış. Zaten dedemin öyle ahım şahım tarlaları, bağları, bahçeleri yoktu. Tek geçim kaynağı çobanlıktı. 

Nedense babam alkolik, ağzı küfürlü olmasına rağmen, mesele Kur’an öğrenmek, dini tedrisat almak söz konusu olduğu anda yüzünü yumuşatıyordu. Hem de yüzünü hiç sertleştirmeden, hiç baskı yapmadan! Hani bazı dindar babalar vardır. Çocuklarını zorla Kur’an kursuna gönderirler. O dönemler kurslarda bazen dayakçı, zorba, cahil hocalar olur. Çocuklara kök söktürür. Mesela babamın babası dedem öyle biriydi. Ona okumaya gelen çocuğun vay haline! Biz Kur’an’ın üzerine konup okunan tahta sehpaya beş tahta deriz. Beş tahtayı çocuğun kafasında kırdığı anlatılır. Zavallı çocuk! İyi ki benim eniştem öyle biri değildi. Gerçi öyle biri olsa ben gitmezdim. Babam da zorlamazdı. 

Çocuk yaşta özgürce karar vererek Kur’an’ı yüzünden okumayı öğrenmem, yine özgürce Osmanlıcayı yazıp okumayı öğrenmem hayatımın dönüm noktalarından biridir. Bana hocalık yapan eniştem hala yaşıyor. Ona karşı sevgim saygım hiç değişmedi. O da beni çok sever. Hatta bacanağı babam ağzı küfürlü, alkolik biri olduğu için “Böyle bir aileden sen nasıl küfürsüz, alkol içmeyen çıktın şaşıyorum.” derdi. 

Günümüzde büyüklerin küçüklere rol model olmasından söz ediliyor. Doğrudur. Çocuklara doğru, güzel rol model olmak en güzel şeydir. Ancak bazı kötü rol modeller de tersine sonuçlar doğurur. Bazen çok iyi, çok anlayışlı, çok hoşgörülü olmak çocukların aşırı, azgın, yaramaz olmasına neden olabilir. Bazen çok kötü rol modeller insanı tersinden etkileyerek düzgün insanların üretilmesine neden olabilir. İşin aslında insan akıl ve baliğ olup rüşt sahibi olunca seçimler kendisine aittir. Yaratılışta verilen akıl, zekâ, muhakeme, güç, irade insanı geçmişine bağlamaz. İnsan isterse geçmişinden soyutlanarak yeni bir kimliğe, yeni bir kişiliğe ulaşabilir. Geçmişini kaderi yapan insan aklını, muhakemesini, iradesini kullanmıyor, cahilce yaptığı yanlışların faturasını geçmişine kesiyor demektir. Ne yazık ki günümüzde çoğu insanın yaptığı budur. Çoğu insan geçmişini kaderi yapıyor. Doğduğu ülkeyi, şehri, köyü, evi, aileyi, anayı, babayı, kardeşleri, akrabaları, çevreyi kaderi yapıyor. Aklını, muhakemesini, iradesini bunlara köle yapıyor. Bu tutum sorumluluk üstlenmemek, faturayı geçmişe kesmek demektir. Her insanın önünde daima iki yol vardır. Ya geçmişine kölelik yapar ya da geleceğine damgasını vurur. Ben baba parası yiyerek okumayanları gördüğüm gibi kendisi çalışarak okuyanları da gördüm. Ben geçmişi el bebek gül bebek olanların zalimlerini de gördüm. Tam tersi insanları da gördüm. 

Allah insana aklı, muhakemeyi, iradeyi, gücü boşuna vermedi. Bütün bunlar insanın geleceğini oluşturması için verildi. İnsanın hayatına gelen her gün, yeni bir geleceğe karar verme günüdür. Hiç kimsenin içinde bulunduğu şartları veya geçmişini bahane ederek kaderciliğe soyunma hakkı yoktur

20 Aralık 2022 Salı

Babam ve Ben 6

Babamın ayyaş patronu, patronunun ayyaş arkadaşları vardı. Patronu Isparta’nın halıcı zenginlerindendi. Babam onun yanında çalışıyordu. Patronu alkole düşkün, çengili sofralar kurar, arkadaşlarını toplar, sabahlara kadar karı oynatarak içkiler içilirdi. İsteyenler oynattıkları kadınlarla yatmaya giderdi.  

Tabii Isparta gibi muhafazakâr dindar bir şehirde bunları şehrin içinde yapak mümkün değildi. Onun için Isparta’nın kenarlarında sonradan oluşmuş, şehir hayatını bilmeyen, zenginlere mecbur kalmış, şehirde tutunacak dalları olmayanların kenar mahallelerinde bu işleri yaparlardı. Bizim evimiz ayyaş patron ve arkadaşları için biçilmiş kaftandı. Köyde hiçbir varlığı olmayan, alkol kullandığı için Said Nursi’nin önde gelen arkadaşlarından dedem tarafından sahip çıkılmayan babam, ayyaş patronunun eline düşmüştü. Neredeyse iki haftada bir iki odalı gecekondu evimizde biz annemizle diğer odada ağlayarak uyumaya çalışırken, öbür odada sabaha kadar çalgılı, çengili karı oynatılır, içkiler içilirdi. Babam da iki de bir “Uyuyun lan, sesinizi çıkarmayın! Gelirsem kemiklerinizi kırarım!” diye bizi azarlar, ayyaş patronu ve arkadaşlarına hizmet ederdi. Bu durum aynı sokağa gelen Sütçülerli, sütçülük yapan, geniş bir aileye sahip olan Bekir Çelik amcam gelinceye kadar sürdü. Ondan önce de yanımıza Gelendostlu Musa dayının gelişiyle azalmıştı ama Bekir Çelik amca gelince hepten bitmişti. Özellikle Bekir Çelik amcamın sokağımıza gelişiyle sokağı hali, davranışı tamamen değişti. Bekir amcam okumamıştı ama çok kültürlü biriydi. Yumuşak, girişken, doğru sözleriyle insanları yönlendirmesi, etrafını evirip çevirmesi başarılıydı. Eskiden olmayan aile ziyaretleri başladı. Aile ziyaretlerinde güncel konular, hayattan dersler, İslam dini üzerine sohbetler olurdu. Özellikle oruç aylarında onun evinde topluca teravih namazları kılınırdı. Eskiden de komşularımız vardı ama o komşular babam gibi alkol içen, hatta babamın ayyaş patronu ve arkadaşları geldiğinde eğlenceye katılan insanlardı. Bekir amcam hayatımızın dönüm noktası olmuştu. Onun gelişiyle evimizde düzen kurulmaya başladı. Alkollü, sazlı sözlü, karıların oynatıldığı geceler bitmişti. Sokağa da huzur gelmişti. 

Hatırladığım son içkili, alkollü, sazlı sözlü eğlence benim sünnet düğünümde olmuştu. Sanıyorum babam patronuna “Artık mahalle değişti. Bizim evde bu tür eğlenceleri düzenleyemeyiz.” demiş ki; bir daha evimizde bu tür eğlenceler olmamıştı. Sünnet düğünüm samahlı olmuştu. Bizim yörede samahlı düğün demek, sabaha kadar düğün yerinde içkili, sazlı, sözlü eğlence demektir. O dönemlerde Isparta’da samahsız bir sünnet düğünü eksik sayılırdı. Yemekli, samahlı, hatta bazıları kadın oynatırdı. Ancak benim düğünümde kadın oynatılmamıştı. Said Nursi’nin arkadaşlarından olan annemin babası dedem, nenemi, teyzelerimi gönderirken, çalgı başlayınca bırakıp geleceksiniz diye tembihlemiş. Onun için nenem ve teyzelerim çalgı başlayınca köye dönmüşlerdi. Tabii aynı şekilde yine Said Nursi’nin yol arkadaşlarından olan babamın babası dedem gelmedi. Hafız amcam gelmedi. Sadece halalarım gelmedi. Yani düğünümüz samahlı (içkili, sazlı sözlü eğlenceli) olduğu için akrabalar yoktu. O zamanlar cumartesi günü çocuklar sünnet gezisi yapıldıktan sonra sünnet edilir, cumartesi günü akşamı sabaha kadar bir yandan yemekler pişirilir, diğer yandan samah yapılırdı. Düğün yemekleri dört çeşitti. Çorba, yemek, kabine, irmik helvası! Çorba kemik suyu ile yapılır. Yemek etli nohut ya da kuru fasulye olur. Kabine dediğimiz Isparta’ya özel pilav pişirilirdi. Pilav dana etiyle pişirilirdi. Isparta’ya değişik nedenlerle gelip de kabineyi yiyen bir daha asla unutamazdı. Gerçekten harika bir yemektir. Özel pilavdır. Özellikle aşçısı, pirinci, eti denk geldi mi insan başka şey yemek istemezdi. Onun için kabinesi güzel olan düğünlerde üst üste pilav tabakları istenirdi. Yapılışı çok basit gibi görünse de tutturmak zordu. Geniş tavalar asma buçuklarının üzerine konur, içine bol tereyağı atılır, sonra üstüne kemiklerinden ayrılmış etler yaklaşık beş on santim yerleştirilirdi. Tabi etin bol olması her zaman iyidir. Etin bol olması ise düğün sahibinin gücüne bağlıdır. Kimi büyük bir dana, kimi iki dana keserdi. İrmik helvası büyük kazanlarda yapılırdı. Kazanı karıştıracak gençler uyumazdı. En az on beş yirmi genç irmiği kavurmak için kazanın başına geçerlerdi. Sırayla saatlerce irmik kavrulurdu. İrmik altın sarısı haline gelinceye kadar tereyağında kavrulduktan sonra üzerine şerbeti dökülürdü. Beklemeye alınan irmik helvası harika olurdu. İrmikler kavrulurken içine helva fıstıkları atılınca yemesi farklı olurdu. Velhasıl Isparta’nın düğün yemeklerini yiyen yabancılar her zaman anlatırlar. Pazar günü sabah ezanları okunur, millet sabah camiye gidip namazını kılar, sonra dua ile kazanların kapağı açılırdı. Dikkat ediyor musunuz? Sabaha kadar içilmiş, sazlı sözlü, oyunlu eğlenilmiş. Sabah sarhoşlar gitmiş. İçmeyenler camiye gidip sabah namazını kılmış. Hoca gelip düğün yemeğinin toplu duasını yapmış, mevlit eşliğinde yemekler yenilmeye başlanmış. Nasıl bir toplum anlıyorsunuz değil mi? Zaten genelde içenler, samahta eğlenenler yemek yemezlerdi. Onlara gece farklı bir ziyafet çekilirdi. Yani bizim sünnet düğünlerimizde cumartesi gecesi ayyaşların, Pazar yemeği normal muhafazakâr vatandaşlarındı. Böylece düğünlerimiz demokratik bir düğün olarak her kesimi memnun ederdi. 

Düğün sonunda babamın şu sözlerini hâlâ hatırlarım: “Oğlumun evlilik düğününü daha şanlı, daha anlı yapacağım. Bir gece değil iki üç gece samah yapacağım.” Tabii dedikleri olmadı. Aklım ermeye başladıkça babamla yollarımız ayrılmaya başladı. Zaten babam da komşumuz sütçü Bekir Çelik geldikten sonra değişti. Sonra ayyaş patronundan ayrıldı. Kendisi halıcılık yapmaya başladı. Ayyaş patronundan ayrılınca namaz bile kılmaya başlamıştı. Büyüdükçe şunu gördüm: Isparta’da biz çocukken yapılan sünnet düğünlerinin hemen hemen hepsi samahlı (içkili, eğlenceli) olurken toplum kabuk değiştirmeye başladı. Gittikçe samahlı düğünler azaldı. Mevlitli düğünler çoğaldı. Daha sonra modern düğünler gelmeye başladı. Evlenenler için balolu düğünler, balolu düğünlere benzeyen sünnet düğünleri yapılmaya başladı. Ben yirmi beş yaşlarına geldiğimde neredeyse samahlı düğünler hiç yapılmaz oldu. Daha çok sadece yemekli ya da balolu düğünler olmaya başladı. Balolu düğünlerde kaçak içki içenler olsa da genellikle içkisiz olurdu. Ancak balosuz yapılan düğünlerde yemek her zaman verilirdi. Cumartesi günü sünnetten sonra eğlenceler yapılsa da çalgı olur, oyunlar oynanır ama içki olmazdı. İçki içenler bir köşede kaçak içerlerdi. Benim evlilik düğünüm ise sadece yemekli oldu. Çalgı olmadı. Böylece babamın hevesi kursağında kaldı. 

Toplumsal bozulmada ya da düzelmede paranın gücü, politikanın gücü her zaman yerini almıştır. Cumhuriyet Halk Partisi iktidarlarının bu ülkeye kattığı alkol, eğlence, düğünlerde karı oynatmak çocukluğumda yaşadığım şeylerdi. Laikliğin mimarı Cumhuriyet Halk Partisi 1950 yılında iktidardan uzaklaşmış olsa da, iktidarda muhafazakâr sayılan dindarların sahip çıktığı Menderes olsa da şehir toplumun yaşantısında Cumhuriyet Halk Partisinin yapılandırdığı kültür etkisini sürdürüyordu. Alkol özellikle rakı Cumhuriyet Halk Partili laik kesimin milli içkisidir. Onlar alkole laf söyletmezler. Açılmaya saçılmaya laf söyletmezler. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi iktidar olduğu 27 yıllık dönemde medeniyet ve çağdaşlık olarak alkolü, açılmayı, saçılmayı topluma egemen kılmaya çalışmıştır. Bunu bazen baskıyla, bazen diğer kesimleri küçük görmeyle, bazen toplumu horlamayla yapmıştır. Benim yaşamımda da bile devlet daireleriyle meslek gereği ilişki kurmaya başladığım yıllarda, ağzı alkol kokan memurların borusu daha çok ötüyordu. Babamların büyüdüğü devirler olan Cumhuriyet Halk Partisinin iktidar olduğu devirlerde ise durum daha kötüymüş. Halk devlet dairesiyle işi olduğu zaman ne yapacağını şaşırırmış. Hele dindar toplumun çektiği sıkıntılar hala etkisini derinden yaşattığı için bir türlü Cumhuriyet Halk Partisine oy vermiyorlar. O dönemlerde Bektaşiler, Aleviler devletten yana topluluklar olarak, alkolü, açılıp saçılmayı bayrak yaparak baya prim toplamışlar. Askeriyede, devlet dairelerinde önemli mevkileri, makamları kapmışlar. Muhafazakâr dindar toplum onların yaşattığı zulümleri bir türlü unutamıyor.  

Babam ayyaş patronundan ayrıldıktan ve komşumuz Bekir Çelik’in sohbetlerine katılmaya başladıktan sonra tövbe etti. Bir daha ağzına içki koymadı. Kendi halinde bir yaşam kurmaya başladı. Dayakları azaldı. Dayak yerine sözle tacizler öne çıktı. Babamın tövbesinden sonra akrabalarla ilişkilerimiz de artmaya başladı. Artık anne tarafım daha sık gelmeye başladı. Hatta teyzelerim kış mevsimlerinde bizim evde kalır halı dokurlardı. Bekâr halam da bizde kalmaya başladı. Sonra babam evlendirdi. Bekir amcam aile yaşam biçimimizi tamamen değiştirmişti. Tabi sadece benim ailemin yaşam biçimini değil, mahallenin yaşam biçimini de değiştirmişti. Ben lise çağlarında iken bizim alt sokağımızda bir aile kadın satışı yapıyormuş. Komşulardan şikâyet gelince mahalle ayaklandı, neredeyse evi içindeki satılık kadınlar ve onlarla yatmaya gelenlerle yakacaklardı. Polis gelip onları kurtardı. O aile mahalleden koçuldu. Gün geçtikçe kötülerden, kötülüklerden temizlenen mahallemizin Bekir Çelik sayesinde olduğunu hiç unutmam! Bir insan isterse neleri değiştirebilir? Bunu bizzat Bekir amcamın yaşam biçiminde gördüm. 

Bir insanın etrafını ve toplumu değiştirmesi için çok bilgili olması gerekmiyor. Ben bunu Bekir amcamda gördüm. Ahım şahım bilgisi yoktu. Ancak hayat tecrübeleri çok fazlaydı. Bir zamanlar İstanbul’da yaşamış sonra memlekete gelmişti. Ağzı laf yapıyor, yaşamından örnekler sunuyordu. Konuşması kırıcı değildi. Anlattığı olaylar, verdiği örnekler altın niteliğindeydi. En iyi tarafı herkese dostça, arkadaşça yaklaşmasıydı. Kimsenin kalbini kırmaz, herkesin sevincinde, üzüntüsünde yanında olmaya çalışırdı. Anlattığı olaylardan üç tanesi hâlâ kulaklarımda çınlar. Tabi ben o zamanlar henüz ilkokula gidiyordum. Daha sonra ortaokul dönemlerimde sohbetlerinden daha çok feyiz almaştım. Hatırımda kalan üç olay şöyleydi:

Isparta’nın Sütçüler ilçesi adından da görüldüğü gibi toplumu sütçülük yapar. Tabi bu sütçüler kendi ilçesinde kime süt satacaklar? Herkes sütçü! Onun için ilçenin halkı sütçülük yapmak üzere başka şehirlere göçerler. En çok göçüş İstanbul’a olur. Bekir amcanın akrabalarından biri malı mülkü satmış, parayı kuşağına koymuş, İstanbul’un yolunu tutmuş. İstanbul’da arkadaşı sütçülük yapıyormuş. Onunla buluşmuşlar. Arkadaşına sütçülük yapmak istediğini anlatmış. Arkadaşı, benim işler çok büyüdü. Sana birkaç mahalleyi satayım demiş. O zamanlar sütçüler mahalleleri kendi aralarında satın alırlarmış. Satın alınan mahalleye başka sütçüler giremiyor. Mahalleyi alan sütçü mahalleye sütü dağıtıyor. Arkadaşı mahalleyi almış. Satan kişi kimler süt alıyor, alanlar ne kadar alıyor tek tek yazıp eline vermiş. Sonra birlikte tek tek bir hafta sütleri dağıtmışlar. Arkadaşı bundan sonra arkadaşım gelecek diye mahalleliyi bilgilendirmiş. Bir hafta sonra arkadaşı kendisi sütçülüğe başlamış. Tabii sütçü arkadaşı sütleri nereden aldığını da öğretmiş. Adam sütleri almış, evinde kazanda kaynatmış, kaynattığı sütü mahalleye dağıtmış. Ertesi günü yine dolaşmaya çıktığında herkes kapısını kapatmış. Senin sütün bozuk demişler. Biz eski sütçümüzü isteriz demişler. Adam bozulmuş, hemen arkadaşının yanına gidip boğazına yapışmış. “Ulan beni niye kazıkladın! Bana sattığı mahalle benden süt almak istemiyor.” Arkadaşı her şeyi anlatmış ama bir şeyi unutmuş. “Sakin ol. Bana söyle sen sütü nasıl dağıttın!” Arkadaşı anlatmış. “Sütçüden aldım. Kaynattım, kaynattığım sütleri dağıttım.” “Kaynatırken içine su kattın mı?” “Hayır! Öyle şey olur mu? Süte su mu katılır? Haram!” “Aslanım buranın halkı hakiki sütü içemez. Onlara ağır gelir. Buranın halkı içine su katılmış bozuk süt içmeye alışkın! Sütü kaynatırken üçte bir su katacaksın!” “Yahu öyle şey olur mu? Haram!” “Aslanım sen müşterinin istediği sütü verecek parasını alacaksın! Müşterin sulu süt istiyor. Hakiki süt istemiyor ki! Hani müşterin hakiki süt istese de sen sulu süt satsan o zaman haram! Sen müşterinin istediğini veriyorsun! Yapacaksan böyle yapacaksın!” “Arkadaş, ben nasıl süte su katarım? Bu düpedüz hile! Hile haramdır.” “Yahu hala anlamıyorsun! Seninki hile değil, sütteki İstanbul kalitesi! Sen hakiki sütü İstanbul’a satarsan almazlar. İstanbul kalitesi sulu süt! Sen hakiki sütü ancak Sütçülerde satar, sulu sütü satamazsın! Burada iş yapacaksan müşteriye göre sütü satacaksın!” “O zaman benim fazladan aldığım para haram olur.” “Ha o başka, sakın fiyat düşürme, o zaman beni kazıkçı ilan ederler. Ama şöyle yapabilirsin, bol bol verirsin! Böylece fiyatı ayarlarsın!” Yeni sütçü arkadaşının dediği gibi üçte bir su katarak sütleri dağıtmış. Müşterileri memnun olmuşlar. Bir de fazla fazla verince yeni sütçüyü daha fazla sevmişler. Bekir amca bu hikâyeyi anlattıktan sonra “İşte arkadaşlar. Bizim toplumumuza doğru sözden hoşlanmaz. Çünkü toplumumuz aynı sulu süt gibi, yalanlı söze alışık. Yıllardır politikacılar toplumu yalana alıştırdılar. Hocalar yalana alıştırdı. Yaşamın her karesine yalanlar hâkim! Şimdi böyle bir topluma siz hakiki süt gibi, hakiki gerçek yalansız sözü söylerseniz almaz. İllaki yalan karıştırarak söyleyin demiyorum. İnsanları yavaş yavaş doğru, hakiki söze alıştırmamız gerekir. Bu toplum nasıl yıllarca yalana alıştırıldı ise, doğru hakiki söze de alışması yıllarca sürecektir. Aksi takdirde bizim doğru gerçek sözlerimiz topluma şamar gibi gelir. Aklını, beynini, hayatını bozar. Tıpkı hakiki sütün insanın midesini bozduğu gibi! O zaman kapılar kapanır.” 

Bu bir ilkokul öğretmeninin hikâyesidir. Bekir amcamın akrabalarından birisi ilkokul öğretmeni olmuş. Devir kırklı yıllar. O zamanlar öğretmen okulları vardı. Lise seviyesinde bile değil. Ortaokuldan çıkanlar öğretmen oluyorlardı. Direkt köylere atanıyorlardı. Bekir amcamın akrabası okuldan çıkmış bir köye atanmış. Köye gittiğinde ne görsün? Köyün muhtarı okul diye bir baraka göstermiş. Doğru dürüst çatı yok, pencere yok, kapı yok. Zaten tek odalı okul! O dönemlerde ilkokullarda çocuklar birden beşe kadar, beş dâhil birlikte aynı sınıfta okuyorlardı. Öğretmenin kalacağı evi muhtarın evinin yanındaki bir göz odacık! Yeni öğretmen eksiklikleri sıralamış. Okulun çatısı onarılacak, pencere kapı yaptırılacak. Camlar takılacak. Sıralar alınacak. Öğretmen masası sandalyesi alınacak. Kara tahta alınacak. Bayrak alınacak. Hepsini sıralayarak bir dilekçe yazıp köyün bağlı olduğu İlçe Müdürlüğüne vermiş. Aradan bir ay geçtikten sonra 200 lira para gelmiş. Öğretmen hepsini yaptırmış. Tabii o zamanlar 200 lira iyi para! Zaten işçiliği köylü bedava yapıyor. Hatta köylü elindeki malzemelerden bazılarını veriyor. Para yardımı yapan da oluyor. Neyse! Aradan dört ay geçmiş, bir müfettiş çıkıp gelmiş. Öğretmen 200 liranın bütün masraflarını belgeli bir şekilde dosyalamış. Müfettiş gelir gelmez şöyle bir kulu dolaşmış, sonra öğretmene 200 lirayı ne yaptın diye sormuş Öğretmen hazırladığı dosyalı müfettişin önüne bırakmış. Müfettiş “Öğretmen, öğretmen, sana gönderilen para okulun büst parasıydı. Sen bunlara mı harcadın? Derhal büstü kendi paranla yaptır, değilse zimmet çıkarırım. Sana üç ay mühlet!” Bekir amca bu olayı anlattıktan sonra şöyle derdi: “Cumhuriyet Halk Partisinin tek derdi okullarda heykelin veya büstün olmasıdır. Onların eğitim anlayışında okulun ihtiyaçları, halkın ihtiyaçları, çocukların ihtiyaçları önemli değildir. Onlar sadece her yere heykel dikmesini, büst yapmasını bilir. Onların devlet idare biçimi böyledir. Sakın onlardan eğitim adına bir şey beklemeyin! Onlar heykelini dikip, büstünü yaptırdığında eğitimin doruğuna ulaşmış olurlar.” Bekir amcamın şahit olduğu yıllardaki CHP zihniyeti böyleymiş. Tabi bu tür olaylara sadece Bekir amcam şahit değildir. Köylerdeki herkes şahittir. Siz hâlâ okullarda niçin aile birlikleri, niçin velilerden sürekli para istendiğini zannediyorsunuz? Devletin felsefesi hep aynıdır. Okulun ihtiyaçları, halkın ihtiyaçları, çocukların ihtiyaçları önemli değildir. Okul yöneticileri masrafları velilerden toplama çalışır. Okullara heykel yapılıp, büstlerle donatılmışsa devletin görevi bitmiştir. Bugün bile okula müfettiş gelse önce heykeli, büstü var mı diye bakar. Okulun kömürü, odunu, doğalgazı, tahtası, sırası var mı diye bakmaz? Onlar için üç şey önemlidir. Heykel, büst, Atatürk köşesi! Bunlar tamamsa eğitim tamamdır. 

Menderes devrinde halkın gözü açılmış, köylerde zorluk çekenler şehirlere göç etmeye başlamıştır. Bekir amcam köylülerin şehirde çektiği sıkıntılara parmak basmak için şu hikâyeyi anlatır: Bir gün şehirde süt dağıtıyorum. Tabii sütü genelde şehirdeki zengin şehirliler alıyor. Ben süt verirken, evin önünde üç beş şehirli oturmuş konuşuyorlar. “Kardeşim bıktım şu köylülerden! Köydeki pislik içindeki yaşamı şehre getiriyorlar. Oturmasını kalkmasını bilmiyorlar. Şehirlerin eski tadı kalmadı. Her yanımızı köylüler sardı.” Bekir amcam bu sözleri duyunca durur mu? Sütü verdikten sonra konuşanların yanına gider. Onlara kibarca şöyle der: “Beyler, niçin köylüleri suçluyorsunuz. Sizin çocuklarınız dibinizdeki okula gidiyor. Yedi önünde yemediği arkasında! Bazılarının çocukları uzaktaki okullarına servisle gidiyor. Ya da kendi arabalarınızla götürüyorsunuz. Köylüler de bu devletin halkı! Bir de onların yaşamına bakın! Her köyde okul yok. Okulu olmayan köylerin çocukları okulu olan köylere gidiyor. Kış, yağmur, kar demiyorlar. Okullarında soba yok, yakacak yok. Çocuklar sırtlarında evden odun götürüyorlar. Okullarda doğru dürüst sınıf yok, öğretmen yok. İlkokullarda bütün sınıflar aynı sınıfta ders yapıyor. Şimdi siz çıkıp köyden niye geliyorlar mı diyorsunuz? Sizin çocuklarınız çocukta köylülerin çocukları çocuk değil mi? Onların da düzgün okullara gitmeye hakkı yok mu? Köylülerinde sizin yaşadığınız hayatı yaşamaya hakkı yok mu? Hem bu devletin insanları eşittir, her hakkı aynı şekilde kullanır diyorsunuz, hem köylüler şehre niye geliyor diyorsunuz. Böyle saçmalık olmaz. Bir an kendinizi köydeki yaşam içinde düşünün! Herkesten önce sizler koşarak gelirsiniz.” Bekir amcam ağızlarının payını vermiş. Tabii bu tür ayrımcı düşünceler şimdi pek yok. O zamanlar şehirli köylü olmak tam bir sınıf farkıydı. Şehirliler köylüleri küçümserdi. Birçok şehirli şöyle düşünürdü: Şehirler devletten yana, köyler devlet düşmanı! Bu yargıyla köyleri sürekli askerler basar, kontrol eder, sustururdu. Bu durum sadece doğuda değil, ülkenin batısında da böyleydi. Şahsen ben çocukken köyde Kur’an kursunda okurken, üç dört defa askerlerin köyü bastığını bilirim. 

Eskiden şehirler köylülerin aralarına katılmasını istemezlerdi. Menderes devriyle sermaye yavaş yavaş fabrikalarını kurmaya başladı. Özellikle son kırk yılda sermaye özellikle büyük şehirlerde, Marmara bölgesinde fabrikalarını kurdukça politikacılara baskı yapmaya başladı. Köyleri buralara taşıyın! Aksi halde ucuz işçi bulamayacağız. Neden bulamayacaklar biliyor musunuz? Şehirli esnaf tabakasıdır. Eskiden şehirli olanların şehir içinde bir dükkânı, şehrin etrafında bağı, bahçesi, hatta evlerinin önünde bahçeleri vardı. Bu nedenle fabrikalarda çalışmaya ihtiyaç duymazlardı. Zaten şehirli baba meslekleri esnaflığı sürdürürdü. Çocukları baba mesleğini devam ettirirlerdi. Sermaye bunu bildiği için köylüyü şehirlere istedi ki; köyden şehre gelenler köksüz olsun, şehirde sudan çıkmış balığa dönsün, sermayenin kapısına kul köle olsun. Ne yazık ki politikacılar bu oyunu güzel oynadılar. Gelişmişlik adına köyleri şehirlere taşımaya başladılar. Köy hayatlarını zorlaştırdılar. Böylece bugünlere geldik. Köylüler şehirli oldu. Köyler boşaldı. Tarım ve hayvancılık ülkesi tarımı hayvancılığı kaybetti. Halk sermayenin kölesi olarak yaşamaya başladı. 

İyimi oldu? Bir zamanlar esnaf kökenli şehirli özgürdü. Köy kökenli halk özgürdü. Kapitalizm her ikisini köleleştirmeye başladı. Büyük alış veriş merkezleri, büyük marketler esnafı öldürüyor. Tarım ve hayvancılık politikaları köylünün hayatını bitiriyor. Köyler şehirlere doğru akın ediyor. Böylece işi bozulan, ortada kalan halk sürekli bankalara borçlanıyor. Bütün bunlar bir proje olarak ülkede uygulanıyor. Politikacılar çanak tutuyor. Projenin amacı halkın tamamını üretim ve tüketim kölesi yapmak! Kapitalist, liberal, laik düşüncenin ulaşmak istediği hedef bu! Ne yazık ki patron sermaye partileri kuruyor. Partilerin başına emirlerini yerine getireceği politikacıları atıyor. Onlar da ülkenin iktidarını gelerek sermayenin emirleri doğrultusunda yasalar çıkarıyor. Politikalar uyguluyor. Yarınlarda şunu göreceksiniz. Devlet ve sermaye bütün toplumun ipini eline geçirmiş. Toplumsal özgürlüğü ellerinden almış. Bütün toplum devletin ve sermayenin kölesi durumuna gelmiş. Toplum gık dediğinde devlette memur olan memurluğundan atılmakla, sermayeye işçi olan işçiliğinden atılmakla tehdit edilerek, sermayenin iktidarı sürdürülmeye devam edecek. Bakalım bu tuzak toplum tarafından ne zaman anlaşılacak ve toplum sermayenin ve politikacıların düzenini başlarına geçirecek?

Bu toplumun Bekir amcam gibi amcalara çok ihtiyacı var. Anlattığı bu üç yaşanmış hikâyeden alınacak dersler çok fazla! Ancak toplum gittikçe umarsız hale geliyor. Özellikle dindarların iktidar olduğu son yirmi yılda toplum var olan Müslümanlığını da kaybetmeye başladı. Gidişat hiç iyi değil! Ne yazık ki Kur’an’a göre Müslümanlığı yaşamak isteyen Müslümanların sayısı gittikçe azalıyor.

19 Aralık 2022 Pazartesi

Babam ve Ben 7

Babamdan bir şey istememeye yeminler ederek hayatıma yeni boyut kazandırmıştım. Yeminler etmeme neden olan olaylar şöyle başladı:

1966 yılının mart ayının son zamanlarıydı. Havalar bazen soğuk, bazen ılık, bazen karlı, bazen yağmurluydu. Ortaokul üçüncü sınıftayım. 1965-1966 eğitim döneminin ikinci yarısındayız. 15 yaşına girdim. Ekim doğumlu olduğum için 15. yaşımı 1966 yılının ekim ayında tamamlayacağım. Buluğ çağındayım. Sabaha karşı hamamcı oldum. Bize öğretilen örf, hamamcı olduğun zaman mutlaka gusül abdesti alacaksın! Abdest alınmadan yere basmak olmaz. Hatta kışın su bulamazsak, dışarda kar varsa eriteceğiz, dışarıda buz varsa eriteceğiz, erittiğimiz sularla gusül abdesti alacağız. Değilse cehennemde cayır cayır yanarız. Bu kültür nedeniyle geceleri çıkıp Isparta’nın o soğuk kış günlerinde avludaki çeşmenin altında çok gusül abdesti almışlığım vardır. İnsanı çelik gibi yapar. Bunun çok faydalarını gördüm. Hâlâ daha normal banyoların ardından soğuk suyla yıkanır çıkarım. İnsanı dik ve dinç tutuyor. Uykuya dalmışım, okula giriş saatini geçirmişim. Yaklaşık iki saat okula geç gideceğim. Bakalım ne olacak? Bizim yattığımız odada soba yoktu. Odamdan çıkınca sonradan yaptırdığımız avlunun köşesindeki yeni odaya halı kurulmuştu. Orada mahallenin kadınlarıyla birlikte annem ve kız kardeşlerim halı dokurlardı. Sabahın erken saatlerinde gelmişler. Gusül abdesti alacağım yer babamın ve annemin yattığı sobalı olan odadaki gusülhaneydi. Çünkü her yer aydınlanmış, evimize halı dokumak için komşular gelmiş, annem ve kardeşlerim ayaktaydı. Anadan üryan çıkıp avludaki çeşmenin altında gusül abdesti alamazdım. Hava soğuk. Annem babam çok erkenden kalkmış, babam kahvaltısını yapıp gitmişti. Sobada hafif sıcaklık vardı. Kapağı açtım baktım içindeki ateş sönmüş. Sobaya birkaç odun attım. İspirto şişesini elime alıp odunların üstüne dökmeye başladım. Meğer külün altında közler varmış. Közlerin buharlaştırdığı ispirto birden bire patladı. Patlayan alevler ellerimi yüzümü yaktı. Can havliyle geriye düştüm. Bereket elimdeki şişe patlamamıştı. Eğer şişe patlasaydı odada büyük yangın çıkardı. Sadece ocağa döktüğüm ispirto ve buharlaşan sobanın üstündeki ispirtolar patlayarak parladı. Ben sırt üstü yere düşünce ateş sönmüştü. Her tarafım yanıktan acıyordu. Kalktım avluya çıkıp halı dokunan odanın kapısını açtım. “Ben yandım beni hastaneye götürün!” dedim. Annem sanki dalga geçiyormuşum gibi umarsız yüzüme bakıyordu. Halı dokuyan komşumuz Âlime yenge “Kız çocuk yanmış. Hemen birini bulalım da hastaneye götürsün.” deyince annem uyandı. Annem öyle çoğu kadınlar gibi ortalığı velveleye veren biri değildi. Sol tarafımızda bizim evden sonraki evde sıvacılık yapan Şakir amca vardı. Halı odası yapıldığında sıvasını o yapmış, karısı da bizim evde halı dokuyordu. Hemen kocasına koştu. Kocası bisikletle beni babamın işyerine, oradan hastaneye götürdüler. Hastanede yanıklara bakan hariciye ya da cildiye doktoru yok. Bana o zamanların Isparta devlet hastanesindeki meşhur doktorlarından dâhiliye doktoru Şener Bey baktı. Ben konuşmalardan anlıyorum. Yanıklar kurumaya başladıkça sızlama artıyordu ama bilincim yerindeydi. Doktor beni hemen hastaneye yatırdı. Hemşire önce iğne vurdu. Sonra yüzümün tamamını sarı bir merhemle sıvadı. Ellerimdeki yanık yerlerini de aynı kremle kremleyerek sardı. Siz siz olun yanık olayı olduğunda sakın sardırmayın! Yüzüm o kadar çok yanmasına rağmen açıkta oksijen alarak iyileştiği için hiçbir iz yok. Ellerimin bilek kısımlarında ise yanık izleri var. Yanıklar sarılınca oksijenle teması kesiliyor. Oksijen alamayan yaralar genelde iz bırakarak iyi oluyor. Ben hep öyle inandım. Belki yanılıyorumdur. Yüzüm tamamen yanmasına rağmen hiçbir iz yok. Doktorum Şener Bey’e hep dua etmişimdir. Çünkü o kadar yanmış bir halden hiç yanık izi olmadan çıkmam büyük bir başarıydı.

Vurulan iğne beni benden geçirmiş. Kendime geldiğimde yüzüm şıpır şıpır sulanıyor. Her tarafım sızlıyor. Annem babam komşular başımın ucunda beni ziyaret gelmişler. Aralarında konuşuyorlar. Komşu kadınlar “Çocukta yanık izi kalmasa bari! Gepegenç çocuk! Geleceği mahvolur.” diyorlardı. Babam “Yanık izi kalsa bile doktor doktor gezerim oğlumu yine tedavi ettiririm.” diyordu. Babamın bu sözüne güleceğim ama gülünce sızılar artıyor. Özellikle dudaklarımın etrafındaki yaralar iyice sızlıyordu. Onun için gülemiyordum. Güleceğim diyorum çünkü babam normal hastalıklarda bile beni hastaneye götürmezdi. Öyle estetik ameliyatları yaptıracak nerede? Zaten fakirliğin dibini yaşıyoruz. Köyden, bağdan, bahçeden bir şeyler gelmese mahvolmuştuk. Evdeki işlenen halılar zaten evin borcuna gidiyordu. Neyse! Şükür bileklerimin dışında yüzümde hiç iz kalmadı. Bileklerimdeki izler de sadece gösterirsem görünüyor.

Bir ay hastanede yattım. Hastanede yatmak sorun değildi. Her gün sabah akşam iğne vuruyorlardı. Asıl beni zorlayan iğnelerdi. Bir ay boyunca 60-70 iğne! Kalçam delik deşik olmuştu. Artık iğneler baymaya başlamış. Hemşireye iğne vurmayın artık kendimdeyim, iyiyim desem de doktor yazıyor mecburum derdi. On beş gün sonra falan hastanede ayaktaydım. Diğer on beş gün boyunca hastanede yüzüm iyileşsin diye bekletildim. Tuvalete gittiğimde yüzüme bakamıyordum. Çünkü yüzüm sapsarıydı. Kaşlarım yoktu. Saçlarımın öne bakan tarafları yanıktı. Kulaklarımın memeleri yanıktı. Bir ay sonra hastaneden çıktım. Doktor bana 15 gün rapor vermişti. 30 gün hastane, 15 gün hastane sonundaki rapor tam 45 gün, Ortaokul üçüncü sınıfta ikinci dönem okula gidememiştim. Nisanın yirmisine doğru okula gittim. Hocalarım beni çok seviyorlardı. Çünkü zaten karnemde hiç zayıf yoktu ve not ortalamam 7,5 falandı. Eksik kalan imtihanlarım için hocalar hızlandırmış ödevler verdiler, hızlandırılmış tek başına imtihanlar yaptılar. O zamanlar ortaokul bitirme imtihanları vardı. Haziran ayında bitirme imtihanlarına girdim. Bitirme imtihanları ana derslerimizden oluyordu. Ben Sanat okulunun orta kısmını okuyordum. Derslerimiz diğer ortaokullara göre ağırdı. Atölye derslerimizden de imtihan oluyorduk. Ortaokulda demircilik, tesviyecilik, marangozluk bölümlerini okuyorduk. Bitirme imtihanları ikinci dönem ders bölümlerinden değil, bütün yıl görülen derslerden yapılıyordu. Ben ise ikinci dönemde 45 gün okulda yoktum. Her ne kadar hızlandırılmış eğitime alınsam da dört dersten eylül dönemine ikmale kaldım. Daha önce hiçbir zaman ikmale kalmamıştım. Zaten beş dersten kalsaydım sınıfta kalmış olacaktım.

İmtihan sonuçlarını babam sürekli sorup duruyordu. Daha belli olmadı, daha belli olmadı derken nihayet belli olmuştu. Nedense benim okuldaki halimi hiç takip etmeyen, veli toplantılarına hiç gelmeyen babam benim ortaokul bitirme imtihanlarımı merak ediyordu. Hâlbuki ben hiç okula gitmesem ruhu duymazdı. Ancak ben okulu seven, okulda başarılı olan biriydim. Dersleri kolay kolay aksatmazdım. Zaten karnem her sınıfta iyiydi. Karnede okula gitmediğimiz, geç kalışlarımız yazıyordu. Babam karneden her şeyi görüyordu. İmtihan sonuçları belli olduğu gün eve geldiğimde bir halı tezgâhındaki halının bittiğini gördüm. Babam zaten sabah fark etmiştir. Akşama halı tezgâhtan çıkarılacak, yerine yeni halı kurulacaktı. Tek başına olmazdı. Halıyı tezgâhtan bir kişi çıkarırdı ama tek başına yeni halı kurulamazdı. Nihayet babam geldi. Elinde yeni kurulacak halının pamuktan yapılan drezisi vardı. Biz drezi deriz. Pamuk ipinden yapılan direzi tezgâha kurulur, drezinin üzerine halı yün ipiyle örülürdü. Halı kurmak için tezgâhın başına geçtik.

Babam hem dreziyi kurmaya hazırlıyor hem okulu soruyordu: “Baba dört dersten ikmale kaldım.” “Ne nasıl kalırsın?” Anında yanaklarıma iki tokat geldi ki öyle böyle değil. Yanaklarım cayır cayır yanıyordu. Ancak ağlamıyordum. “Baba, okula gidenlerin çoğu sınıfta kaldı. Biliyorsun ben yandım. Bir ay hastanede yattım. Hastane sonunda 15 gün raporlu okula gidemedim. Böyleyken ikmale kaldım. Ne olacak? Yazın çalışır geçerim.” dediysem de babamın küfrü ve sözleri devam ediyordu. İki tokattan sonra vurmadı ama öyle laflar söylüyordu ki tokatlara bin basardı. “Yediğin içtiğin zehir zıkkım olsun! Sana yedirdiğim içirdiğim her şey haram olsun. Senden adam olmaz. Hiç utanmıyor musun sınıfta kalmaya?” Bu minvalde sözleri sürekli tekrar ediyordu. Susmuştum. Ağzımdan tek kelime çıkarmıyorum. Halıyı kuruyoruz, babam küfürlere ve lanet okumalara devam ediyor. Babalık olarak yaptığı her şeyi haram ediyordu. Bağırtıya çağırtıya annem koşarak gelmiş soruyor: “Ne oldu?” “Sınıfta kalmış ne olacak?” “Baba kalmadım, sadece ikmale kaldım. Eylülde geçerim.” desem de artık duymuyordu. Annem sofrayı kurmuş, yemekten sonra halıyı kurun diye bağırıyordu. Babam içeriye patlamayın diyordu. Halı kurma işi bitti. Babam söylenerek sofra kurulu odaya gitti. Ben yattığımız odaya geçtim. Haram edilen sofradan yemek istemiyordum. Hani sabaha kadar dövse aldırmazdım. Dayağa alışkındım ama babam yedirdiği içirdiği sofrasını bana haram etmişti. Nasıl yerdim? Nasıl içerdim? Yatağıma girerek köpek yatışı büzüşerek yatmış, iç geçirerek ağlıyorum. Ne yapabilirdim? Nereye gidebilirdim? 15 yaşında bir çocuktum. Kız kardeşimin sesini duydum. “Abi yemek yiyoruz haydi gel.” “Canım istemiyor siz yiyin.” deyip gönderdim. Kız kardeşim “Gelmiyor, canı istemiyormuş.” deyince babamın sesini duyuyorum: “Açlıktan gebersin deyyus. Kime naz yapıyormuş? Yemesin gebersin! Sakın yemek götürmeyin! Eşek gibi çalışmayıp sınıfta kalması değil.” Bir türlü sınıfta kalmadım lafını duymak, anlamak istemiyordu. Geçtim demedim ya onun için kaldım demekti. İkmale kalmak nedir bilmiyordu ya da kabul etmek istemiyordu.

Bu olay içimde öyle bir yara yaptı ki o gün kesin kararlar verdim. Baba olan önce çocuğunu düşünmeliydi. Daha üç ay önce yanmış, bir ay hastanede yatmış, 15 gün raporlu okula gidememiş bir çocuk sınıfta kalsa ne olurdu, kalmasa ne olurdu? Hani, babam okulu merak etse neyse! Hayatında bir gün okula gelmemiş, hiçbir veli toplantısına katılmamış bir adamdı. Veli toplantılarından sonra hocalar sorardı: “Oğlum senin annen baban yok mu? Niye veli toplantılarına gelmiyorlar?” “Var hocam! Annem evde her gün halı dokuyor. Babam başkasının işinde çalışıyor. İşten izin alamıyor.”
Böyle diyerek idare ediyordum. Hâlbuki gerçek, ne annem ne babam okulu umursamıyordu. Hal böyleyken ikmale kalmam dert oldu. Demek ki mesele okul değildi. Okul olsaydı beş yıl ilkokul, üç yıl ortaokul takip ederlerdi. Mesele bendim! Ben bu evde fazlaydım. Annem beni umursamıyordu. Babam döverken hiçbir zaman sahip çıkmadı. Babam her fırsatta dövmek için bahane arardı. Artık fazlalık olduğuma, gözlerine battığına inanmıştım. Eğer cesaretim olsaydı evden kaçacaktım. Kahrolsun hiç cesaretim yoktu. Her fırsatta dayak yesem de bir evim vardı. Önüme konan bir yemek vardı. Üstüm başım seyrek de olsa alınıyordu. Annem derme çatma terzilik de yapardı. Genelde basma alır üzerimize bir şeyler dikerdi. Okumayı seviyordum. Okuduğum hikâye kitaplarının içinde evden kaçanların başlarına gelenler anlatılıyordu. Korkuyordum. Dışarıda her türlü tehlike vardı. Ancak babam yedirdiği içirdiği şeyleri haram etmişti. Ne yapabilirdim? Yemin ettim. Elim ekmek tuttuğunda, babama asla muhtaç olmayacaktım. Hiçbir zaman babamdan bir şey istemeyecektim. Elim ekmek tutunca ilk fırsatta evi terk edecektim. Hele yaşım on sekize gelince evde hiç durmayacaktım. Yatakta hem ağlıyor, hem yeminler ediyordum. Kafam yorganın altındaydı. Başımı hiç çıkarmıyordum.

Yemekten sonra bizimle kalan halamın oğlu Selim gelmiş teselli veriyordu. Selim ile birlikte yatıyorduk. Halam ölünce babam çocuklardan birine ben bakayım diye ablasının oğlunu bize alıp getirdi. Önce onu ortaokula verdi. Başarısızdı. Onun için okuldan aldı ve akraba bir terzinin yanına verdi. Selim artık terzi çıraklığı yapıyordu. Ustası akrabamız olduğu için bayramlarda birlikte elini öpmeye giderdik. Ustası beni tanıyordu. Selim beni teselli ediyordu. “Len boş ver, olmadı sınıfta kalırsan ustaya söylerim seni de çırak alır.” “Babam bana yedirdiği içirdiği şeyleri haram etti. Ben artık burada kalamam!” “Sinirle söylemiştir. Aldırma sen! Yarın unutur.” “Babam unutur ama ben unutmam!” “Eee ne olacak?” “18 yaşına girince evden kaçacağım.” “Hadi oradan! Daha üç sene var. O gün gelsin bakalım!”

Evet! Daha üç yıl vardı. İlerleyen süreçte ben değil Selim evden İstanbul’a çalışmaya gitmişti. Ancak yıl bitmeden pişmanlıkla geri döndü. Sabahleyin babam anneme tembih etmiş. “Sabah yemeğini yedikten sonra benim çalıştığım yere gelsin!” İstemeye istemeye annemin önüme koyduğu yemeği yemeye başladım. O zamanlar evde kahvaltı yapılmazdı. Anneme çok yalvarırdık biz de çay içelim, biz de kahvaltı yapalım derdik ama o kahvaltı neymiş derdi. Annem sabahları için baya yemek yapardı. Tabii yaptığı yemekler çoğunlukla bol harçlı çorbalar olurdu. Sabah yemeğini yedikten sonra babamın işyerine gittim. Patronuyla konuşmuş. Patronu da “Gelsin yanımızda dursun, bize çay kahve söylesin, işi olmadığı zamanlar bir köşede dersini çalışsın!” demiş. Babamın patronu bir zamanlar ülkeyi yöneten, o zamanlar yeni Başbakan olmuş Süleyman Demirel’in kayınbiraderi Yılmaz Şener’di.

Yılmaz Şener benim hakkımda babamdan ben gelmeden baya bilgi almış. İlkokulu başarıyla bitirdiğim, ortaokulun birinci ikinci sınıflarını başarıyla geçtiğimi, üçüncü sınıfta karnemin iyi olduğunu biliyordu. Babama “Bu çocuk eylülde bütün dersleri geçer, baksana gözlerine! Geçeceğine ben kefilim!” diyordu. Babamın oğlunda göremediğini bir başkası görüyor. Güven veriyor, bana kefil oluyordu. 15 yaşındaki bir çocuk için bunlar ne demekti? Bir yanda annemin umarsızlığı, diğer yanda babamın duyarsızlığı, el âlemin beni anlaması vardı. Bunları gördükçe benim kafamda annelik babalık duyguları alabora olmuştu. Bir gün önce zılgıt yemiş biriydim. Bugün ise patronun sahip çıkması, bana iş vermesi, babamın eline muhtaç etmemesi vardı. Kafamdaki duyguların dengesi artık ailemden yana değildi. Sanki ailem dışında başkaları beni daha iyi anlıyor, bana daha çok değer veriyordu. Böyle bir durum bir çocuğun ailesinden kopması değil midir? Ne yazık ki kopuş başlamıştı. Bundan sonraki dönemlerde anneyle babayla ilişkiler, annelik babalık formunda olmayacaktı. Daha uzak, daha resmi, daha usulüne uygun! Adeta zorunluluk gibi bir şey!

Ben, aile çocuklar ilişkisinde darbe yemiş biri olarak şunu diyebilirim. Çocuklar zaten bilgisiz cahildi. Büyükler 18 yaşını geçmiş. Akıl ve rüşt sahibi olmuş. Evlenmiş. Bir işte çalışanlar olarak çocuklarına örnek olması, çocuklarının değer vereceği anneler babalar olması gerekirken, tersinin olması korkunç bir şeydi. Bu olaydan sonra beni en çok kızdıran sözler şunlar oldu: “Yemedik yedirdik, giymedik giydirdik. Sana verdiğimiz emekler haram zıkkım olsun!” Bu sözlerden sonra şu sözler oturuyor mu? “Bizim bütün hayatımız, bütün emeklerimiz, bütün çabalarımız çocuklarımız için! Biz niçin yaşıyoruz? Biz sadece çocuklarımız için yaşıyoruz. Çocuklarımız için kazanıyoruz. Her şey çocuklarımız için!” Artık bu sözler bana müraice geliyordu. Tamamıyla ikiyüzlü sahtekârca söylenmiş sözlerdi. Çocukları için gözbebeğimiz diyenler, en küçük bir yanlışta veya eksiklikte, anlamadan dinlemeden her şeyi haram eder mi? Üstelik çocukların hiçbir suçu yoksa? Hayat şartları gereği hasta olmuşsa, kaza geçirmişse, yangın geçirmişse? Defalarca babamdan ayrı bir hayat kuracağım, hiçbir şekilde ona muhtaç olmayacağım diye yemin ederken, aynı zamanda ben asla böyle bir baba olmayacağım yeminleri havada uçuşuyordu.

Annelik babalık kolay bir şey değildi. Hani “Al Yazmalım” filminde sevgi sorgulanıyordu ya; onun gibi analık babalık da sorgulanıyor. Analık çocuk doğurmak mı? Babalık çocuğun olması için döl sahibi olmak mı? Analık da babalık da bir sevgi, bir emek, bir fedakârlık işi değil mi? Ancak bizim Anadolu toplumu antika bir toplum! Ana işine gelmeyen her an çocuklarına sütünü haram eden kişidir. Baba işine gelmeyen her an, dayağa yeltenen, yedirdiği içirdiği şeyleri haram eden kişidir. Sanki nimetleri kendileri veriyor? Sanki çocuklar üzerinde tanrılık yapıyorlar. Ana tanrıça, baba tanrı! Kanımca, işine gelmediği anda analık sütünü haram eden ya da analık haklarını helal etmeyen kadınların analıkla hiçbir ilgisi yoktur. Aynı şekilde yedirdiği, giydirdiği, içirdiği şeyleri işine gelmediğinde haram eden erkeklerin de babalıkla hiçbir ilgisi yoktur. Analık babalık çocuklarına karşı sevgiyle, saygıyla, paylaşımla ve fedakârlıkla oluşur. Üstelik annenin babanın çocuklarına vereceği sevgi, saygı, paylaşım, fedakârlık karşılıksız olmak zorundadır. Karşılığı istenen sevgi, sevgi değildir. Karşılığı istenen saygı, saygı değildir. Karşılığı istenen paylaşım, paylaşım değildir. Karşılığı istenen fedakârlık, fedakârlık değildir. Elbet çocuklar da analarına babalarına karşı sevgi saygı duyacaklar, paylaşımcı ve fedakâr olacaklar ama karşılık olarak değil ya da karşılığını bekleyerek değil. Anneliğin, babalığın, evlatlığın kardeşliğin karşılığı olmaz. Aileyi oluşturan kişilerde ilişkilerde karşılık olmaz. İlişkilerde karışlık varsa ona aile denilmez.

18 Aralık 2022 Pazar

Babam ve Ben 8

Artık babama muhtaçlığım kalmamıştı. Ortaokulun üçüncü sınıftaki ikmale kalmamla birlikte babamın patronunun yanında işe başlamam bana yeni ufuk kazandırdı. Sanat okulunun orta kısmını bitirecektim. Babamın işyerinin içinde patronun odasının üstünde muhasebecilerin bulunduğu bir ara kat vardı. Onlar da bana bir şeyler ısmarlatıyorlardı. Baktım işleri rahat! Onlara sordum “Nasıl muhasebeci oldunuz?” Ticaret lisesine gittiklerini söylediler. Ticaret liselerinde dersler şimdi nasıl bilmiyorum ama o zamanlar sabah sekiz de başlar, öğleyin on üç yirmide biterdi. Bundan amaç öğleden sonra öğrenciler babalarının veya muhasebecilerin yanında çalışır, bazıları da başka bir esnafın yanında çalışırdı. Sanat okulu ise sabah sekizde başlar akşam beşte biter. Günde sekiz saat ders görülürdü. O zamanlar bizim Isparta sanat okulu fabrika gibi çalışıyordu. Ortaokul döneminde her öğrenci mutlaka marangozluk, tesviyecilik ve demircilik eğitimi alırdı. Haftada iki gün tam, yarım gün atölye derslerimiz vardı. O dönemlerde kitap götürmezdik. Atölyelerde iş elbiseleriyle çalışırdık. Lise döneminde bölümlere elektrikçilik eklenirdi. Lise bölümünde ortaokuldaki başarıya göre öğrenciler önce elektrik bölümüne seçilirdi. Elektrik bölümüne vasat ya da başarısız öğrenciler alınmazdı. Elektrik bölümüne seçimler yapıldıktan sonra kalan lise bir öğrencileri tesviye, demir, marangoz bölümlerine dağıtılırdı. Liseliler bölümlere seçildikten sonra sadece kendi bölümlerini okur diğer bölümlere girmezlerdi. Ortaokul döneminde ise her yıl üç bölüm arasında eğitim yapılırdı. Karar verdim: Sanat okuluna gidersem okul sırasında para kazanamayacağım. Para kazanamazsam babamın eline mahkûm olacağım. Bense babama muhtaç olmamaya yemin etmiştim. Bu nedenle ticaret lisesine geçiş yaptım. Ticaret lisesinde sabahları okula gideceğim öğleden sonraları çalışacaktım. Böylece harçlıklarımı çıkaracaktım. Kararımı babama söyledim hiçbir şey demedi. Hatta sevindi. Sevinmesi harçlık vermeyeceği için değil, muhasebecilerin itibarlı olduğu içindi. O dönemlerde şimdiki gibi muhasebeciler sıradan eleman olarak görülmüyordu. Zaten muhasebeciler çok azdı. Çoğu alaylı bir muhasebecinin yanına girmiş ilkokuldan sonra okuyamamış kişilerdi. Ticaret lisesinden çıkıp fabrikalarda veya kendilerinin açtığı muhasebe bürolarında çalışan azdı. Dönem gereği sigortalı çalışmak köyden gelen insanlar için önemliydi. Sağlığı, emekliliği vardı. Onun için babam ticaret lisesine gideceğim için sevindi. Bir yere muhasebeci olacaktım. Sigortam yapılacaktı. Emeklilik haklarım olacaktı. Bunlar altmışlı yetmişli yıllarda çok önemliydi. Hatırlarsanız seksenler dizisinde bile evin annesi illaki SSK’lı iş diye tutturuyordu. Seksenlerde önemli olan bir konu altmışlı yıllarda önemli olmaz mı? Mesela ben şu an 72 yaşındayım, 43 yaşından beri emekliyim. Bir sene daha geçse otuz yıldır emekli maaşı alıyorum. SSK bizim yatırdığımız primlerle dünyanın mal varlığına sahip oldu. Hem öyle yerlerde binalar diktiler ki sormayın! Mesela İzmir’in göbeğinde SSK iş hanları, binaları, apartmanları, misafirhaneleri var. Bugünkü değerleri trilyonluk binalar. Ellili yıllarda kurulan SSK 25 yıl yani yetmişli yıllarda insanları emekli etmeye başladı. 25 yıl biriken primler har vuruldu harman savruldu. Yendi içildi. Gayrimenkule yatırıldı. Dört tane ilaç fabrikası kuruldu. Ak parti iktidarı geldi ilaç fabrikaları gitti. İlaçta dışa bağımlı hale geldik. Hâlbuki SSK verdiği ilaçların çoğunu kendisi üretiyordu. 

Artık Ticaret Lisesinde okuyorum. Sanat okuluna göre bana çok hafif geldi. Evde hiç ders çalışmadan sadece sınıftaki dinlemelerimle okulun en başarıları arasına girdim. Hatta Ticaret Lisesinden övünmek gibi olmasın 1969 yılı sezonunda birinci mezun oldum. O dönemler haziranda Lise bitirme imtihanlarında ana derslerimizden giriyorduk. Altı dersten imtihana girdik. Altı dersimin ortalaması dokuzdu. Ana derslerimizden Ticaret Aritmetik, Muhasebe, Maliye, Ekonomi derslerim on alarak geçmiştim. O zamanlar en yüksek not ondu. Ticaret lisesinde okurken üç şey yaparak para kazanmaya başladım. Isparta halılarının modellerini yapmak, annemin arkadaşlarına Osmanlıca mevlit, ilahi yazmak! Modelleri genelde babamın çalıştığı yerden çıkarak açtığı halı ve ip satış mağazasında yapıyordum. Babamdan ip almaya gelenlere bol bol model sattık. Hatta bazı model tasarımları da yapmışlığım oldu. Ancak millet güvenip işletmedi. Her zaman olduğu gibi halk satışı yapılan modelleri işliyordu. Değişikliklere pek hazır değildi. Değişiklikleri arkası kalınlar yapıyor, modellerini tutturuyorlardı. Bizim kalınlarla ilişkimiz yoktu. 

Hatırladığım babamın ayyaş patrondan kurtulduktan, işyerinden çıkıp kendi işini kurduktan sonra değişmeye başladığıdır. Özellikle okul çıkışı babamın işyerine gelip orada sürekli model yaparak para kazanmam hoşuna gitmeye başladı. Allah var hiçbir zaman benim kazandığım parayı elimden almadı. Nereye harcıyorsun diye de sormadı. Bu babamın farklı bir yönüydü. Sanki aramızda gizli bir restleşme vardı. Ben senin parana, malına, mülküne ihtiyacım yok. Senden bir daha hiçbir şey almayacağım diye yemin etmiştim. Karşılığında babam da benim de senin parana, malına, mülküne ihtiyacım yok. Senden hiçbir şey almam diyordu. Böylece baba oğulun cebi ayrı yaşamaya başladık. Eskisi gibi işime karışmaz oldu. Ağzından küfür çıkmaz oldu. Namaza başladı. Zaten oruçları eskiden de hiç kaçırmazdı. Ben o zamanlar sigara içmiyordum. Bazı öğrenciler sigara içiyorlardı ben ise sigara içenlerden nefret ediyordum. Babam da sigara içmezdi. Ancak bir gün onu sigara içerken uzaktan gördüm.  Beni görür görmez hemen sigarayı yere atarak söndürdü. Hey Allah’ım! Ne antika bir durum! Evlatlar babalarından gizli sigara içerken, babam evladından gizli sigara içiyordu. O dönemler evlatlar sigara içerken babaları gördüğünde söndürürken, benim babam beni görünce sigarasını söndürüyordu. İçimde gülmüştüm. Ancak babamın bu hareketiyle sanki içimde bir şeyler yumuşadığını hissetmeye başladım. Bir baba oğlunun yanında sigara içmekten kendi alıkoyuyorsa, oğluna değer veriyorduk. Hani oğluma kötü örnek olmayayım diye böyle yapmış olabilir. Olsun bu bile bir şeydir. Eskiden dayak atarken, her türlü galiz küfrü savururken, bugün eğer yanımda sigara içmeyi zül sayıyorsa; bu büyük bir gelişmedir. 

Kendi içimde babalık duygularını tartışırken, yüzüm yumuşak değildi. Zaten biraz da fıtri yapım öyleydi. Büyüdükçe bu yapım daha çok öne çıktı. Yüzüm dışa karşı soğuk ya da sert, içim yumuşak! Bu halimi bilmeyenler ilk zamanlar hep garipsemiştir. Bir olay akrabalarımın bu olayı kullandıklarına şahit oldum. Benim yüzümün sert, soğuk olmasını fırsat bilerek, çocuklarını hizaya getirmek için korkutmaya başlamışlar. Çocukları yaramazlık yaptığında “Mehmet Abine söylerim ha!” “Mehmet Abinize söyleyeyim de gör.” Benim haberim olmadan akrabalarım, hatta komşularım, hatta annem, adımı kullanarak çocuklar üzerinde baskı yapmaya başlamış. Çocuklar Mehmet abilerinden korkuyorlar. O gelirse hadlerini bildirir. O gelirse dayaktan öldürür. O gelirse çok kızar. Adıma bir canavar yaratmışlar. Ben de misafirliklere gittiğim zaman veya eve geldiğim zaman benden küçükler niye uslu uslu oturuyor diye merak ediyordum. Öğrendim ki ben bir canavarım! Ne kadar söylesem de, ne kadar kızsam da büyükleri bu tavırlarından vazgeçiremedim. Bundan dört yıl önce Isparta’ya bayram ziyaretine gittiğimde teyzemin evindeyiz. On beş kişi falan bir odada bayramlaşıyoruz. Teyzemin oğlu çocuğu yaramazlık yapınca çocuğa demez mi? “Uslu otur bak Mehmet abin burada!” Hayda benim yaşım yetmişe yaklaşmış. Teyzemin oğlu altmış yaşına yaklaşmış. Millet hala benim sırtımdan çocuklarına ayar veriyor. Hâlbuki 25 yıldır Isparta’da yaşamıyorum. Teyze oğluna sordum: “Oğlum ben sizi hiç dövdün mü?” “Hayır!” “Ben sizi hiç azarladım mı?” “Hayır!” “O zaman niye çocuklarınızı benimle korkutuyorsunuz. Ayıp değil mi?” “Mehmet Abi bizi böyle yetiştirdiler. Biz hep senden korkardık.” “Anneleriniz babalarınız sizi dizginlemek için beni öcü göstermişler. Sizi korkutmuşlar. Hadi bunu anladım ama siz benden hiç dayak yemediniz. Sonra büyüyüp kazık kadar adam oldunuz. Babanızın annenizin yanlışını niye devam ettiriyorsunuz? Ayıp değil mi? Bu çocuğun günahı ne? Benim günahım ne? Yarın bu çocukta büyüyüp benimle mi çocuklarına terbiye verecek? Hadi sizin anneleriniz babalarınız zayıftı. Kendilerinin terbiye edemediği çocukları benimle korkutarak terbiye etti. Siz de mi zayıfsınız. Babalığı anneliği yapamıyor musunuz?” “Amma da büyüttün Mehmet Abi! Ne olacak ki? Bak çocuk uslu durmaya başladı.” “Hala anlamıyorsunuz değil mi? Korkusundan uslu duran çocuk terbiye edilmiş değildir. Korkusundan uslu duran çocuk baskıyla, şiddetle susturulmuştur. Bir daha böyle yapmayın! Ayıp bir şey bu yaptığınız. Doğru dürüst baba, doğru dürüst anne olun!”  

Geçmişimi, ilk babalık yıllarımı hatırlıyorum. Ağzımdan kolay kolay küfür çıkmaz. Hatta hiç küfretmem! Ancak hatırladığım bir şey var ki; dayağa karşı olmama rağmen bazen çocuklarıma dayak attım. Gerçi babam gibi her fırsatta dayat atmışlığım yoktu. Oturup düşündüğümde ne zaman, hangi nedenlerle dayak atıyordum. Dayat attığım zamanların çaresiz kaldığım zamanlar olduğunu gördüm. Çaresizlik insanın dengesini bitiriyor. Maddi çaresizlik, tutunduğun hayatın tutamaklarının bir bir elinden kaydığını görme çaresizliği! Şuna eminim! Beynin rahatsa, kendinden eminsen, çaresizlik yaşamıyorsan, dünya yıkılsa umurunda olmuyor. Böyle bir durumda çocuklar ortalığı velveleye verse, yaramazlıklarıyla ortalığı dağıtsa umurunda olmuyor. Hatta çocuklaşıp yaramazlık öyle olmaz böyle olur diye sen de onlara katılıyorsun. Velveleye vermek öyle olmaz böyle olur diye sende çocuklaşıp velveleye veriyorsun. Çocuklar minderleri yastıkları birbirine fırlatarak kavga ediyorsa sen de katılarak ortalığı karıştırıyorsun. Çünkü mutlusun, rahatsın, hayatından eminsin, tuttuğun dallar elinde! Sağlam duruyorsun! 

Bir insanın başka birine veya çocuklarına şiddet uygulaması, dayak atması çaresizliğinden kaynaklanıyor. Bilgisi, bilinci, yaşamı elinde olmuyor. Sanki yeryüzü altından kaymış gibi oluyor. Sanki her şey üstüne üstüne geliyor gibi oluyor. Bu bir mazeret değil. Bu bir hastalık! Onun için şiddet uygulayan, çocuklarına dayak atan büyüklerin yenilmişlik hastalığını yaşıyorlar. Ciddi bir psikolojik desteğe ihtiyaçları var ama bu hastalığın asıl nedeni hayat içindeki yenilmişliği oluyor. Parasızlık, borçlar, işten atılma, iş bulamama, ailesini geçindirememe, alkol tüketerek bilincini kaybetme! 

Çaresiz kaldığım zamanlar olduğunu hatırlıyorum. Ne kadar imanımızın olduğunu söylesek de bazen içinde bulunduğumuz şartların çaresizliğini yaşıyoruz. Zamanla dayakçı babamın değişmesini buna bağlıyorum. Alkolik patrondan uzaklaşınca, işini hal yoluna koyunca babam yumuşamış. Eskiden kızdığı şeylere kızmaz olmuştu. Elini çocuklarına uzatmaz olmuştu. Hatta MS hastalığından ölen benden yirmi yaş küçük kardeşim, bazen babamın ne kadar bizi dövdüğünü anlattığımda hayretler içinde yüzüme bakardı. Çünkü babasından hiç dayak yememişti. Laf yediği olmuştur ama dayak yememiştir. Çocukların laf yememesi ise bir mucizedir. Laf yemeyen çocuk mu var? 

Kendi hayatımda da bunu görüyorum. İş hayatım oturdukça hem sağlık sorunlarım ortadan kalktı hem sinir sistemim düzeldi. Tabi bunun uzantısı aileye, etrafa, iş hayatına yansıyor. Eminim benim çocuklarım da babamız her zaman dövmezdi ama bazen döverdi diyeceklerdir. Haklılar! Çaresizlik insanı şiddetle egemen yapıyor. Aklı başında baba şiddete başvurmaz. Demek ki bazen insanların aklı başından gidiyor. İşte o aklı başından gidilen zamanlar, yenilmiş hastalığının yaşandığı zamanlar. Ne yazık ki içinde yaşadığımız düzende üç şey insanı sıkıştırıyor. 

Birincisi; ilkelerimiz. Kimseden borç almayacağız. Kimseye muhtaç olmayacağız. Kendi kazandığımızı yiyeceğiz. İşte bu inanç bazen insanı o kadar boğuyor ki; ortada kalıyorsunuz. Hayat bazen size maddi olarak gerekeni vermiyor. Borç almak zorunda kalacaksınız. Aldığınız zaman hayatınız zindan olmaya başlıyor. Çünkü borçlu yaşamaya alışkın değilsiniz. Borç ödeninceye kadar her gün karabasan görmeye başlıyorsunuz. O zamanlar eşiniz bir şey isterse köpürüyorsunuz. Çocuklar bir şey isterse köpürüyorsunuz. Ölçülü olmayı kaybediyorsunuz. 

İkincisi; bazen ekonomik şartlar, bazen siyasal baskılar üzerimize geliyor. Yokluk, fakirlik, iş bulamamak, bulduğumuz işlerden verim alamamak, işyerlerindeki haksızlıklar nedeniyle çıkmak zorunda kalmak. İşten çıkınca eve ekmek götürememek Bütün bunlar bir problem olarak insana dönüyor. Problem yaşayan insanın bilinci kayboluyor. Aklı yerinde olmuyor. Muhakemesi bitiyor. 

Üçüncüsü; fikri boşluklar. İçinde yaşadığımız toplumda geleneksel bir yapıdan Kur’an’daki İslam’a gitmeye çalışıyoruz. Eskiden kopmak yeniye sahip olmak kolay olmuyor. Hiçbir zaman ilk meal okuduğum zamanki şaşkınlığımı, fikir alaboramı, çarpışımı unutamam! 1976 yılıydı Yaklaşık yedi yıldır İslam’ın kavgasını veriyordum. Birden bire bildiğim, yaşadığım, inandığım İslam elimden uçup gitti. Meğer ben Müslüman değilmişim. Kur’an başka bir dinden söz ediyordu. Ben başka bir dini yaşıyordum. 18 yaşından beri sorgulayarak 25 yaşına gelmiş olmama rağmen, 25 yaşında okuduğum Kur’an Meali bütün sorgularımı, bütün inancımı elimden alıp beni boşluğa itivermişti. Etrafımdaki hocalar hoca değil, vaizler vaiz değildi. Kalabalık toplantılar yapıyorduk. Ben kitapçılık yapıyor günde en az iki yüz üç yüz sayfa kitap okuyordum. Katıldığım toplantılarda yeni sorgularımı gündeme getirdiğimde sapık, kâfir, mezhepsiz, zındık ilan edildim. Bu ne demek biliyor musunuz? Bu şu demek birden bire bütün arkadaşların, bütün dostların, bütün tanıdığın kişiler seni terk etmiş, ortada yapayalnız kalmışsındır. Hani o devre Allah’a imanın tam olsa, bir boşlukta olmasan benim Rabbim var gerisi vız gelir tırıs gider diyeceksiniz. Ama boşluktasınız. Sorgulardasınız. Boşluğu doldurmak için içinden çıkamadığınız soruları etrafınıza soruyorsunuz. Her sorduğunuzda gözler beliriyor, ağızlardan hiç ummadığınız laflar çıkıyor. Benzeri boşluğu yaklaşık bir yedi yıl sonra seksenli yıllarda yaşamaya başladım. 12 Eylül 1980 darbesi olmuş, askerliği bitirmişim. Isparta’ya geldiğimde kendime yeni bir yol çizeceğiz. Şirkten, partilerden, partiden uzak! Bu şu demek! Yine yalnızsın! Çünkü etrafındaki Müslümanız diyenlerin çoğu partici! Konuşmaya başladığınız anda sırtını dönüyorlar. Yaklaşık iki ay boşlukta gezdiğimi biliyorum. Bereket beş arkadaş bir araya gelip yeni bir heyecanla içimize kapanarak çalışmaya, sorgularımızı birlikte halletmeye başladık. 

Sebebi ne olursa olsun! Şiddet şiddettir. Dayak dayaktır. Şiddetin, dayağın da mazereti, bahanesi vardır. Ancak hiçbir zaman şiddetin, dayağın mazereti ya da bahanesi geçerli değildir. İnsan olarak yaptığımız hataların geçmişe dönüp düzeltilmesi mümkün değil. Ancak hatalarımızdan dönmek, bir daha yapmamak, hayatımızı bilgiyle, bilinçle yaşanır hale getirmek elimizdedir. Kanımca en büyük hidayet bu olsa gerek. En güzel şey hatalarımızdan dolayı geçmişimizle yüzleşmek, özür dilemek, hak sahiplerinden helallik dilemektir. Sanıyorum olgunlaşma denilen şey bu olsa gerekir.