Babamın ayyaş patronu, patronunun ayyaş arkadaşları vardı. Patronu Isparta’nın halıcı zenginlerindendi. Babam onun yanında çalışıyordu. Patronu alkole düşkün, çengili sofralar kurar, arkadaşlarını toplar, sabahlara kadar karı oynatarak içkiler içilirdi. İsteyenler oynattıkları kadınlarla yatmaya giderdi.
Tabii Isparta gibi muhafazakâr dindar bir şehirde bunları şehrin içinde yapak mümkün değildi. Onun için Isparta’nın kenarlarında sonradan oluşmuş, şehir hayatını bilmeyen, zenginlere mecbur kalmış, şehirde tutunacak dalları olmayanların kenar mahallelerinde bu işleri yaparlardı. Bizim evimiz ayyaş patron ve arkadaşları için biçilmiş kaftandı. Köyde hiçbir varlığı olmayan, alkol kullandığı için Said Nursi’nin önde gelen arkadaşlarından dedem tarafından sahip çıkılmayan babam, ayyaş patronunun eline düşmüştü. Neredeyse iki haftada bir iki odalı gecekondu evimizde biz annemizle diğer odada ağlayarak uyumaya çalışırken, öbür odada sabaha kadar çalgılı, çengili karı oynatılır, içkiler içilirdi. Babam da iki de bir “Uyuyun lan, sesinizi çıkarmayın! Gelirsem kemiklerinizi kırarım!” diye bizi azarlar, ayyaş patronu ve arkadaşlarına hizmet ederdi. Bu durum aynı sokağa gelen Sütçülerli, sütçülük yapan, geniş bir aileye sahip olan Bekir Çelik amcam gelinceye kadar sürdü. Ondan önce de yanımıza Gelendostlu Musa dayının gelişiyle azalmıştı ama Bekir Çelik amca gelince hepten bitmişti. Özellikle Bekir Çelik amcamın sokağımıza gelişiyle sokağı hali, davranışı tamamen değişti. Bekir amcam okumamıştı ama çok kültürlü biriydi. Yumuşak, girişken, doğru sözleriyle insanları yönlendirmesi, etrafını evirip çevirmesi başarılıydı. Eskiden olmayan aile ziyaretleri başladı. Aile ziyaretlerinde güncel konular, hayattan dersler, İslam dini üzerine sohbetler olurdu. Özellikle oruç aylarında onun evinde topluca teravih namazları kılınırdı. Eskiden de komşularımız vardı ama o komşular babam gibi alkol içen, hatta babamın ayyaş patronu ve arkadaşları geldiğinde eğlenceye katılan insanlardı. Bekir amcam hayatımızın dönüm noktası olmuştu. Onun gelişiyle evimizde düzen kurulmaya başladı. Alkollü, sazlı sözlü, karıların oynatıldığı geceler bitmişti. Sokağa da huzur gelmişti.
Hatırladığım son içkili, alkollü, sazlı sözlü eğlence benim sünnet düğünümde olmuştu. Sanıyorum babam patronuna “Artık mahalle değişti. Bizim evde bu tür eğlenceleri düzenleyemeyiz.” demiş ki; bir daha evimizde bu tür eğlenceler olmamıştı. Sünnet düğünüm samahlı olmuştu. Bizim yörede samahlı düğün demek, sabaha kadar düğün yerinde içkili, sazlı, sözlü eğlence demektir. O dönemlerde Isparta’da samahsız bir sünnet düğünü eksik sayılırdı. Yemekli, samahlı, hatta bazıları kadın oynatırdı. Ancak benim düğünümde kadın oynatılmamıştı. Said Nursi’nin arkadaşlarından olan annemin babası dedem, nenemi, teyzelerimi gönderirken, çalgı başlayınca bırakıp geleceksiniz diye tembihlemiş. Onun için nenem ve teyzelerim çalgı başlayınca köye dönmüşlerdi. Tabii aynı şekilde yine Said Nursi’nin yol arkadaşlarından olan babamın babası dedem gelmedi. Hafız amcam gelmedi. Sadece halalarım gelmedi. Yani düğünümüz samahlı (içkili, sazlı sözlü eğlenceli) olduğu için akrabalar yoktu. O zamanlar cumartesi günü çocuklar sünnet gezisi yapıldıktan sonra sünnet edilir, cumartesi günü akşamı sabaha kadar bir yandan yemekler pişirilir, diğer yandan samah yapılırdı. Düğün yemekleri dört çeşitti. Çorba, yemek, kabine, irmik helvası! Çorba kemik suyu ile yapılır. Yemek etli nohut ya da kuru fasulye olur. Kabine dediğimiz Isparta’ya özel pilav pişirilirdi. Pilav dana etiyle pişirilirdi. Isparta’ya değişik nedenlerle gelip de kabineyi yiyen bir daha asla unutamazdı. Gerçekten harika bir yemektir. Özel pilavdır. Özellikle aşçısı, pirinci, eti denk geldi mi insan başka şey yemek istemezdi. Onun için kabinesi güzel olan düğünlerde üst üste pilav tabakları istenirdi. Yapılışı çok basit gibi görünse de tutturmak zordu. Geniş tavalar asma buçuklarının üzerine konur, içine bol tereyağı atılır, sonra üstüne kemiklerinden ayrılmış etler yaklaşık beş on santim yerleştirilirdi. Tabi etin bol olması her zaman iyidir. Etin bol olması ise düğün sahibinin gücüne bağlıdır. Kimi büyük bir dana, kimi iki dana keserdi. İrmik helvası büyük kazanlarda yapılırdı. Kazanı karıştıracak gençler uyumazdı. En az on beş yirmi genç irmiği kavurmak için kazanın başına geçerlerdi. Sırayla saatlerce irmik kavrulurdu. İrmik altın sarısı haline gelinceye kadar tereyağında kavrulduktan sonra üzerine şerbeti dökülürdü. Beklemeye alınan irmik helvası harika olurdu. İrmikler kavrulurken içine helva fıstıkları atılınca yemesi farklı olurdu. Velhasıl Isparta’nın düğün yemeklerini yiyen yabancılar her zaman anlatırlar. Pazar günü sabah ezanları okunur, millet sabah camiye gidip namazını kılar, sonra dua ile kazanların kapağı açılırdı. Dikkat ediyor musunuz? Sabaha kadar içilmiş, sazlı sözlü, oyunlu eğlenilmiş. Sabah sarhoşlar gitmiş. İçmeyenler camiye gidip sabah namazını kılmış. Hoca gelip düğün yemeğinin toplu duasını yapmış, mevlit eşliğinde yemekler yenilmeye başlanmış. Nasıl bir toplum anlıyorsunuz değil mi? Zaten genelde içenler, samahta eğlenenler yemek yemezlerdi. Onlara gece farklı bir ziyafet çekilirdi. Yani bizim sünnet düğünlerimizde cumartesi gecesi ayyaşların, Pazar yemeği normal muhafazakâr vatandaşlarındı. Böylece düğünlerimiz demokratik bir düğün olarak her kesimi memnun ederdi.
Düğün sonunda babamın şu sözlerini hâlâ hatırlarım: “Oğlumun evlilik düğününü daha şanlı, daha anlı yapacağım. Bir gece değil iki üç gece samah yapacağım.” Tabii dedikleri olmadı. Aklım ermeye başladıkça babamla yollarımız ayrılmaya başladı. Zaten babam da komşumuz sütçü Bekir Çelik geldikten sonra değişti. Sonra ayyaş patronundan ayrıldı. Kendisi halıcılık yapmaya başladı. Ayyaş patronundan ayrılınca namaz bile kılmaya başlamıştı. Büyüdükçe şunu gördüm: Isparta’da biz çocukken yapılan sünnet düğünlerinin hemen hemen hepsi samahlı (içkili, eğlenceli) olurken toplum kabuk değiştirmeye başladı. Gittikçe samahlı düğünler azaldı. Mevlitli düğünler çoğaldı. Daha sonra modern düğünler gelmeye başladı. Evlenenler için balolu düğünler, balolu düğünlere benzeyen sünnet düğünleri yapılmaya başladı. Ben yirmi beş yaşlarına geldiğimde neredeyse samahlı düğünler hiç yapılmaz oldu. Daha çok sadece yemekli ya da balolu düğünler olmaya başladı. Balolu düğünlerde kaçak içki içenler olsa da genellikle içkisiz olurdu. Ancak balosuz yapılan düğünlerde yemek her zaman verilirdi. Cumartesi günü sünnetten sonra eğlenceler yapılsa da çalgı olur, oyunlar oynanır ama içki olmazdı. İçki içenler bir köşede kaçak içerlerdi. Benim evlilik düğünüm ise sadece yemekli oldu. Çalgı olmadı. Böylece babamın hevesi kursağında kaldı.
Toplumsal bozulmada ya da düzelmede paranın gücü, politikanın gücü her zaman yerini almıştır. Cumhuriyet Halk Partisi iktidarlarının bu ülkeye kattığı alkol, eğlence, düğünlerde karı oynatmak çocukluğumda yaşadığım şeylerdi. Laikliğin mimarı Cumhuriyet Halk Partisi 1950 yılında iktidardan uzaklaşmış olsa da, iktidarda muhafazakâr sayılan dindarların sahip çıktığı Menderes olsa da şehir toplumun yaşantısında Cumhuriyet Halk Partisinin yapılandırdığı kültür etkisini sürdürüyordu. Alkol özellikle rakı Cumhuriyet Halk Partili laik kesimin milli içkisidir. Onlar alkole laf söyletmezler. Açılmaya saçılmaya laf söyletmezler. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi iktidar olduğu 27 yıllık dönemde medeniyet ve çağdaşlık olarak alkolü, açılmayı, saçılmayı topluma egemen kılmaya çalışmıştır. Bunu bazen baskıyla, bazen diğer kesimleri küçük görmeyle, bazen toplumu horlamayla yapmıştır. Benim yaşamımda da bile devlet daireleriyle meslek gereği ilişki kurmaya başladığım yıllarda, ağzı alkol kokan memurların borusu daha çok ötüyordu. Babamların büyüdüğü devirler olan Cumhuriyet Halk Partisinin iktidar olduğu devirlerde ise durum daha kötüymüş. Halk devlet dairesiyle işi olduğu zaman ne yapacağını şaşırırmış. Hele dindar toplumun çektiği sıkıntılar hala etkisini derinden yaşattığı için bir türlü Cumhuriyet Halk Partisine oy vermiyorlar. O dönemlerde Bektaşiler, Aleviler devletten yana topluluklar olarak, alkolü, açılıp saçılmayı bayrak yaparak baya prim toplamışlar. Askeriyede, devlet dairelerinde önemli mevkileri, makamları kapmışlar. Muhafazakâr dindar toplum onların yaşattığı zulümleri bir türlü unutamıyor.
Babam ayyaş patronundan ayrıldıktan ve komşumuz Bekir Çelik’in sohbetlerine katılmaya başladıktan sonra tövbe etti. Bir daha ağzına içki koymadı. Kendi halinde bir yaşam kurmaya başladı. Dayakları azaldı. Dayak yerine sözle tacizler öne çıktı. Babamın tövbesinden sonra akrabalarla ilişkilerimiz de artmaya başladı. Artık anne tarafım daha sık gelmeye başladı. Hatta teyzelerim kış mevsimlerinde bizim evde kalır halı dokurlardı. Bekâr halam da bizde kalmaya başladı. Sonra babam evlendirdi. Bekir amcam aile yaşam biçimimizi tamamen değiştirmişti. Tabi sadece benim ailemin yaşam biçimini değil, mahallenin yaşam biçimini de değiştirmişti. Ben lise çağlarında iken bizim alt sokağımızda bir aile kadın satışı yapıyormuş. Komşulardan şikâyet gelince mahalle ayaklandı, neredeyse evi içindeki satılık kadınlar ve onlarla yatmaya gelenlerle yakacaklardı. Polis gelip onları kurtardı. O aile mahalleden koçuldu. Gün geçtikçe kötülerden, kötülüklerden temizlenen mahallemizin Bekir Çelik sayesinde olduğunu hiç unutmam! Bir insan isterse neleri değiştirebilir? Bunu bizzat Bekir amcamın yaşam biçiminde gördüm.
Bir insanın etrafını ve toplumu değiştirmesi için çok bilgili olması gerekmiyor. Ben bunu Bekir amcamda gördüm. Ahım şahım bilgisi yoktu. Ancak hayat tecrübeleri çok fazlaydı. Bir zamanlar İstanbul’da yaşamış sonra memlekete gelmişti. Ağzı laf yapıyor, yaşamından örnekler sunuyordu. Konuşması kırıcı değildi. Anlattığı olaylar, verdiği örnekler altın niteliğindeydi. En iyi tarafı herkese dostça, arkadaşça yaklaşmasıydı. Kimsenin kalbini kırmaz, herkesin sevincinde, üzüntüsünde yanında olmaya çalışırdı. Anlattığı olaylardan üç tanesi hâlâ kulaklarımda çınlar. Tabi ben o zamanlar henüz ilkokula gidiyordum. Daha sonra ortaokul dönemlerimde sohbetlerinden daha çok feyiz almaştım. Hatırımda kalan üç olay şöyleydi:
Isparta’nın Sütçüler ilçesi adından da görüldüğü gibi toplumu sütçülük yapar. Tabi bu sütçüler kendi ilçesinde kime süt satacaklar? Herkes sütçü! Onun için ilçenin halkı sütçülük yapmak üzere başka şehirlere göçerler. En çok göçüş İstanbul’a olur. Bekir amcanın akrabalarından biri malı mülkü satmış, parayı kuşağına koymuş, İstanbul’un yolunu tutmuş. İstanbul’da arkadaşı sütçülük yapıyormuş. Onunla buluşmuşlar. Arkadaşına sütçülük yapmak istediğini anlatmış. Arkadaşı, benim işler çok büyüdü. Sana birkaç mahalleyi satayım demiş. O zamanlar sütçüler mahalleleri kendi aralarında satın alırlarmış. Satın alınan mahalleye başka sütçüler giremiyor. Mahalleyi alan sütçü mahalleye sütü dağıtıyor. Arkadaşı mahalleyi almış. Satan kişi kimler süt alıyor, alanlar ne kadar alıyor tek tek yazıp eline vermiş. Sonra birlikte tek tek bir hafta sütleri dağıtmışlar. Arkadaşı bundan sonra arkadaşım gelecek diye mahalleliyi bilgilendirmiş. Bir hafta sonra arkadaşı kendisi sütçülüğe başlamış. Tabii sütçü arkadaşı sütleri nereden aldığını da öğretmiş. Adam sütleri almış, evinde kazanda kaynatmış, kaynattığı sütü mahalleye dağıtmış. Ertesi günü yine dolaşmaya çıktığında herkes kapısını kapatmış. Senin sütün bozuk demişler. Biz eski sütçümüzü isteriz demişler. Adam bozulmuş, hemen arkadaşının yanına gidip boğazına yapışmış. “Ulan beni niye kazıkladın! Bana sattığı mahalle benden süt almak istemiyor.” Arkadaşı her şeyi anlatmış ama bir şeyi unutmuş. “Sakin ol. Bana söyle sen sütü nasıl dağıttın!” Arkadaşı anlatmış. “Sütçüden aldım. Kaynattım, kaynattığım sütleri dağıttım.” “Kaynatırken içine su kattın mı?” “Hayır! Öyle şey olur mu? Süte su mu katılır? Haram!” “Aslanım buranın halkı hakiki sütü içemez. Onlara ağır gelir. Buranın halkı içine su katılmış bozuk süt içmeye alışkın! Sütü kaynatırken üçte bir su katacaksın!” “Yahu öyle şey olur mu? Haram!” “Aslanım sen müşterinin istediği sütü verecek parasını alacaksın! Müşterin sulu süt istiyor. Hakiki süt istemiyor ki! Hani müşterin hakiki süt istese de sen sulu süt satsan o zaman haram! Sen müşterinin istediğini veriyorsun! Yapacaksan böyle yapacaksın!” “Arkadaş, ben nasıl süte su katarım? Bu düpedüz hile! Hile haramdır.” “Yahu hala anlamıyorsun! Seninki hile değil, sütteki İstanbul kalitesi! Sen hakiki sütü İstanbul’a satarsan almazlar. İstanbul kalitesi sulu süt! Sen hakiki sütü ancak Sütçülerde satar, sulu sütü satamazsın! Burada iş yapacaksan müşteriye göre sütü satacaksın!” “O zaman benim fazladan aldığım para haram olur.” “Ha o başka, sakın fiyat düşürme, o zaman beni kazıkçı ilan ederler. Ama şöyle yapabilirsin, bol bol verirsin! Böylece fiyatı ayarlarsın!” Yeni sütçü arkadaşının dediği gibi üçte bir su katarak sütleri dağıtmış. Müşterileri memnun olmuşlar. Bir de fazla fazla verince yeni sütçüyü daha fazla sevmişler. Bekir amca bu hikâyeyi anlattıktan sonra “İşte arkadaşlar. Bizim toplumumuza doğru sözden hoşlanmaz. Çünkü toplumumuz aynı sulu süt gibi, yalanlı söze alışık. Yıllardır politikacılar toplumu yalana alıştırdılar. Hocalar yalana alıştırdı. Yaşamın her karesine yalanlar hâkim! Şimdi böyle bir topluma siz hakiki süt gibi, hakiki gerçek yalansız sözü söylerseniz almaz. İllaki yalan karıştırarak söyleyin demiyorum. İnsanları yavaş yavaş doğru, hakiki söze alıştırmamız gerekir. Bu toplum nasıl yıllarca yalana alıştırıldı ise, doğru hakiki söze de alışması yıllarca sürecektir. Aksi takdirde bizim doğru gerçek sözlerimiz topluma şamar gibi gelir. Aklını, beynini, hayatını bozar. Tıpkı hakiki sütün insanın midesini bozduğu gibi! O zaman kapılar kapanır.”
Bu bir ilkokul öğretmeninin hikâyesidir. Bekir amcamın akrabalarından birisi ilkokul öğretmeni olmuş. Devir kırklı yıllar. O zamanlar öğretmen okulları vardı. Lise seviyesinde bile değil. Ortaokuldan çıkanlar öğretmen oluyorlardı. Direkt köylere atanıyorlardı. Bekir amcamın akrabası okuldan çıkmış bir köye atanmış. Köye gittiğinde ne görsün? Köyün muhtarı okul diye bir baraka göstermiş. Doğru dürüst çatı yok, pencere yok, kapı yok. Zaten tek odalı okul! O dönemlerde ilkokullarda çocuklar birden beşe kadar, beş dâhil birlikte aynı sınıfta okuyorlardı. Öğretmenin kalacağı evi muhtarın evinin yanındaki bir göz odacık! Yeni öğretmen eksiklikleri sıralamış. Okulun çatısı onarılacak, pencere kapı yaptırılacak. Camlar takılacak. Sıralar alınacak. Öğretmen masası sandalyesi alınacak. Kara tahta alınacak. Bayrak alınacak. Hepsini sıralayarak bir dilekçe yazıp köyün bağlı olduğu İlçe Müdürlüğüne vermiş. Aradan bir ay geçtikten sonra 200 lira para gelmiş. Öğretmen hepsini yaptırmış. Tabii o zamanlar 200 lira iyi para! Zaten işçiliği köylü bedava yapıyor. Hatta köylü elindeki malzemelerden bazılarını veriyor. Para yardımı yapan da oluyor. Neyse! Aradan dört ay geçmiş, bir müfettiş çıkıp gelmiş. Öğretmen 200 liranın bütün masraflarını belgeli bir şekilde dosyalamış. Müfettiş gelir gelmez şöyle bir kulu dolaşmış, sonra öğretmene 200 lirayı ne yaptın diye sormuş Öğretmen hazırladığı dosyalı müfettişin önüne bırakmış. Müfettiş “Öğretmen, öğretmen, sana gönderilen para okulun büst parasıydı. Sen bunlara mı harcadın? Derhal büstü kendi paranla yaptır, değilse zimmet çıkarırım. Sana üç ay mühlet!” Bekir amca bu olayı anlattıktan sonra şöyle derdi: “Cumhuriyet Halk Partisinin tek derdi okullarda heykelin veya büstün olmasıdır. Onların eğitim anlayışında okulun ihtiyaçları, halkın ihtiyaçları, çocukların ihtiyaçları önemli değildir. Onlar sadece her yere heykel dikmesini, büst yapmasını bilir. Onların devlet idare biçimi böyledir. Sakın onlardan eğitim adına bir şey beklemeyin! Onlar heykelini dikip, büstünü yaptırdığında eğitimin doruğuna ulaşmış olurlar.” Bekir amcamın şahit olduğu yıllardaki CHP zihniyeti böyleymiş. Tabi bu tür olaylara sadece Bekir amcam şahit değildir. Köylerdeki herkes şahittir. Siz hâlâ okullarda niçin aile birlikleri, niçin velilerden sürekli para istendiğini zannediyorsunuz? Devletin felsefesi hep aynıdır. Okulun ihtiyaçları, halkın ihtiyaçları, çocukların ihtiyaçları önemli değildir. Okul yöneticileri masrafları velilerden toplama çalışır. Okullara heykel yapılıp, büstlerle donatılmışsa devletin görevi bitmiştir. Bugün bile okula müfettiş gelse önce heykeli, büstü var mı diye bakar. Okulun kömürü, odunu, doğalgazı, tahtası, sırası var mı diye bakmaz? Onlar için üç şey önemlidir. Heykel, büst, Atatürk köşesi! Bunlar tamamsa eğitim tamamdır.
Menderes devrinde halkın gözü açılmış, köylerde zorluk çekenler şehirlere göç etmeye başlamıştır. Bekir amcam köylülerin şehirde çektiği sıkıntılara parmak basmak için şu hikâyeyi anlatır: Bir gün şehirde süt dağıtıyorum. Tabii sütü genelde şehirdeki zengin şehirliler alıyor. Ben süt verirken, evin önünde üç beş şehirli oturmuş konuşuyorlar. “Kardeşim bıktım şu köylülerden! Köydeki pislik içindeki yaşamı şehre getiriyorlar. Oturmasını kalkmasını bilmiyorlar. Şehirlerin eski tadı kalmadı. Her yanımızı köylüler sardı.” Bekir amcam bu sözleri duyunca durur mu? Sütü verdikten sonra konuşanların yanına gider. Onlara kibarca şöyle der: “Beyler, niçin köylüleri suçluyorsunuz. Sizin çocuklarınız dibinizdeki okula gidiyor. Yedi önünde yemediği arkasında! Bazılarının çocukları uzaktaki okullarına servisle gidiyor. Ya da kendi arabalarınızla götürüyorsunuz. Köylüler de bu devletin halkı! Bir de onların yaşamına bakın! Her köyde okul yok. Okulu olmayan köylerin çocukları okulu olan köylere gidiyor. Kış, yağmur, kar demiyorlar. Okullarında soba yok, yakacak yok. Çocuklar sırtlarında evden odun götürüyorlar. Okullarda doğru dürüst sınıf yok, öğretmen yok. İlkokullarda bütün sınıflar aynı sınıfta ders yapıyor. Şimdi siz çıkıp köyden niye geliyorlar mı diyorsunuz? Sizin çocuklarınız çocukta köylülerin çocukları çocuk değil mi? Onların da düzgün okullara gitmeye hakkı yok mu? Köylülerinde sizin yaşadığınız hayatı yaşamaya hakkı yok mu? Hem bu devletin insanları eşittir, her hakkı aynı şekilde kullanır diyorsunuz, hem köylüler şehre niye geliyor diyorsunuz. Böyle saçmalık olmaz. Bir an kendinizi köydeki yaşam içinde düşünün! Herkesten önce sizler koşarak gelirsiniz.” Bekir amcam ağızlarının payını vermiş. Tabii bu tür ayrımcı düşünceler şimdi pek yok. O zamanlar şehirli köylü olmak tam bir sınıf farkıydı. Şehirliler köylüleri küçümserdi. Birçok şehirli şöyle düşünürdü: Şehirler devletten yana, köyler devlet düşmanı! Bu yargıyla köyleri sürekli askerler basar, kontrol eder, sustururdu. Bu durum sadece doğuda değil, ülkenin batısında da böyleydi. Şahsen ben çocukken köyde Kur’an kursunda okurken, üç dört defa askerlerin köyü bastığını bilirim.
Eskiden şehirler köylülerin aralarına katılmasını istemezlerdi. Menderes devriyle sermaye yavaş yavaş fabrikalarını kurmaya başladı. Özellikle son kırk yılda sermaye özellikle büyük şehirlerde, Marmara bölgesinde fabrikalarını kurdukça politikacılara baskı yapmaya başladı. Köyleri buralara taşıyın! Aksi halde ucuz işçi bulamayacağız. Neden bulamayacaklar biliyor musunuz? Şehirli esnaf tabakasıdır. Eskiden şehirli olanların şehir içinde bir dükkânı, şehrin etrafında bağı, bahçesi, hatta evlerinin önünde bahçeleri vardı. Bu nedenle fabrikalarda çalışmaya ihtiyaç duymazlardı. Zaten şehirli baba meslekleri esnaflığı sürdürürdü. Çocukları baba mesleğini devam ettirirlerdi. Sermaye bunu bildiği için köylüyü şehirlere istedi ki; köyden şehre gelenler köksüz olsun, şehirde sudan çıkmış balığa dönsün, sermayenin kapısına kul köle olsun. Ne yazık ki politikacılar bu oyunu güzel oynadılar. Gelişmişlik adına köyleri şehirlere taşımaya başladılar. Köy hayatlarını zorlaştırdılar. Böylece bugünlere geldik. Köylüler şehirli oldu. Köyler boşaldı. Tarım ve hayvancılık ülkesi tarımı hayvancılığı kaybetti. Halk sermayenin kölesi olarak yaşamaya başladı.
İyimi oldu? Bir zamanlar esnaf kökenli şehirli özgürdü. Köy kökenli halk özgürdü. Kapitalizm her ikisini köleleştirmeye başladı. Büyük alış veriş merkezleri, büyük marketler esnafı öldürüyor. Tarım ve hayvancılık politikaları köylünün hayatını bitiriyor. Köyler şehirlere doğru akın ediyor. Böylece işi bozulan, ortada kalan halk sürekli bankalara borçlanıyor. Bütün bunlar bir proje olarak ülkede uygulanıyor. Politikacılar çanak tutuyor. Projenin amacı halkın tamamını üretim ve tüketim kölesi yapmak! Kapitalist, liberal, laik düşüncenin ulaşmak istediği hedef bu! Ne yazık ki patron sermaye partileri kuruyor. Partilerin başına emirlerini yerine getireceği politikacıları atıyor. Onlar da ülkenin iktidarını gelerek sermayenin emirleri doğrultusunda yasalar çıkarıyor. Politikalar uyguluyor. Yarınlarda şunu göreceksiniz. Devlet ve sermaye bütün toplumun ipini eline geçirmiş. Toplumsal özgürlüğü ellerinden almış. Bütün toplum devletin ve sermayenin kölesi durumuna gelmiş. Toplum gık dediğinde devlette memur olan memurluğundan atılmakla, sermayeye işçi olan işçiliğinden atılmakla tehdit edilerek, sermayenin iktidarı sürdürülmeye devam edecek. Bakalım bu tuzak toplum tarafından ne zaman anlaşılacak ve toplum sermayenin ve politikacıların düzenini başlarına geçirecek?
Bu toplumun Bekir amcam gibi amcalara çok ihtiyacı var. Anlattığı bu üç yaşanmış hikâyeden alınacak dersler çok fazla! Ancak toplum gittikçe umarsız hale geliyor. Özellikle dindarların iktidar olduğu son yirmi yılda toplum var olan Müslümanlığını da kaybetmeye başladı. Gidişat hiç iyi değil! Ne yazık ki Kur’an’a göre Müslümanlığı yaşamak isteyen Müslümanların sayısı gittikçe azalıyor.